Sayfalar

28 Ekim 2011 Cuma

Yaşamın son 6 saati...

Bundan 5 yıl kadar önce tanıştım Yeşim Türköz’ün kitaplarıyla… Üniversite hayatımdaki Türkçe dersindeki öğretmenim, sınav için okumamız gereken kitaplardan birinin adının “Büyü Dükkanı” olduğunu söylediğinde, adı hoşuma gitmediği için önyargılı yaklaştım kitaba önce… Kitabı o kadar zor buldum ki, bir yargılama da o zaman geldi. Okumak için elime aldığımda, aslında yıllardır bana çok yakın olan ve sürekli okuduğum psikoloji kitaplarından biri olduğunu fark ettim. 2 saat içerisinde kitabı yaladım yuttum. İçindeki öyküler muhteşemdi. Çok etkilenmiştim. Okuduktan hemen sonra etrafımda kitap okuyan herkese bu kitabı önerdim. Aldığım geri bildirimler benim duygularıma çok yakındı. Herkesin muhakkak okuması gerektiğine inandığım bir kitaptır “Büyü Dükkanı”. Hayatınızda çok vazgeçmek istediğiniz bir şeyin aslında sizin için ne kadar önemli olduğunu anlamanıza yardımcı olur kitap, ya da değiştirmek istediğiniz şey için ödeyeceğiniz bedelin büyüklüğü ve vazgeçilmezliğini anlatır.

“Büyü Dükkanı” Yeşim Türköz’ün ilk kitabıydı sanırım. 2009 yılında “İç Dünya Oyunları” nı yazdığını keşfettim internette dolaşırken. Onu da aldım hemen. İlk kitap gibi beni sarıp sarmalamadı belki ama, her hikayede kendimden birşeyler buldum. Kitapdaki kahramanlar, akıl, dürtü, sağduyu, haset, çoşku, kibir, çoşku, vicdan, bellek gibi, aslında herkesde ortak olan, ama eşit olarak bulunmayan tepki ve karakterlerden oluşuyor. Bu kahramanlar etrafında dönen hesaplaşmalar, belli bir kurguyla ve birkaç oyun olarak kurgulanmış öyküyle anlatılıyor kitapta. Beni en çok etkileyen öykü “Son Oyun” oldu. Hikayede kitabın kahramanlarına, dünyadaki son 6 saatiniz olsa neler yapardınız ya da hangi yarım kalmış işinizi tamamlardınız diye bir soru yöneltiliyor. Ortaya ilginç cevaplar çıkıyor. Ben cevapları değil de, kitaptaki birkaç satırı buraya aktarmak istiyorum. Bu oyunu kendi kendinize oynayarak cevaplarını kendiniz vermenizi istiyorum. Deneyin bakın kah eğleneceksiniz, kah çok üzüleceksiniz. Ama değecek… Sizce?

“ Hüzün;
-          Neden yaşlandıkça yumuşuyorsun?
Vicdan;
-          Bilemiyorum. Galiba eski direnme gücümü yitiriyorum da ondan.
Hüzün;
-          Belki deniz bitiyordur ve fazla zamanın kalmadığının farkına varıyorsundur.
Vicdan’ın kafası karışmıştı.
- Yani?
- Yani, gücün azaldığından değil de bu dünyadaki zamanın azaldığından yumuşuyorsundur. Ne de olsa yok olmaya doğru yol alırken,katı olmak için bir neden kalmıyor.
- Sanırım haklısın. Önünde uzayıp giden hayata kapris yapmak için kendinde her türlü hakkı görüyorsun. Ama kısalmakta olan hayat, sana nanik yapmaya başladığında elin ayağın birbirine dolaşıyor”(sayfa 190-191)
“Ölüm hiçbir pazarlık payı bırakmadan, sessizce orada bekliyordu. Onlara düşen, son düzlükte durup yalnızca kendilerinin görmekten, duymaktan, hissetmekten doyum alacakları bir şeyi yapmaktı. Durdukları yerin sarsıcı tenhalığında ne bir seyirci ne de bir rakip vardı. Sadece kendileriyle baş başaydılar. Oysa yaşam içinde de, ne olacakları ve ne yapacakları konusundaki bütün özgürlüklerine rağmen zaman karşısında tutsaktılar. Yaşam, dibi çatlak bir kavanozdaki su gibiydi. İçindeki balıklar, çatlağın ne büyüklükte olduğunu ve suyun hangi hızla eksildiğinin hiç bilemezlerdi. Onlara düşen, her gün biraz daha azalan suyun içinde, dünkünden daha iyi yüzmekti. Ama suyla birlikte kavanozun dibine yaklaşmakta olduklarını bile bile bunu yapmak hiç de kolay değildi. İşte bu yüzden olsa gerek, çoğu zaman suları hiç bitmeyecekmiş gibi hareket ederlerdi. Oysa bir gün, aniden kavanozun dibine değerdi gövdeleri” (sayfa 197)

24 Ekim 2011 Pazartesi

Yolu Yarılayan kadınlar....

Bu yazıyı bir kaç yıl önce bir arkadaşım bana mail yoluyla ulaştırmıştı. Okuduğumda sanırım 35'imi yeni geçmiş ve hayatımda çok önemli kararları yeni almıştım. Yazının kelimeleri arasında, o kadar çok şey buldum ki kendimden anlatamam. Burada da paylaşmak istedim...

"YOLU YARILAYAN KADIN sevgisinde de öfkesinde de cömerttir.
Onunla olan erkeğin her şeye hazır olması gerekir.
'Yaş otuz beş, yolun yarısı eder' deyince şair,
YOLU YARILAYAN KADINLAR aklıma gelir.

Ne aradığını ya da ne aramadığını bilen kadınlar.
Aşkı, sevdayı mutlaka tatmış olurlar.
Bu nedenle onları yüzeysel duygularla kandırmak mümkün değildir.
Aşkın da, aşksızlığın da kokusu bu kadınlara sizden önce gelir.

Ömrünün diğer yarısını kendini geliştirmeye adayacağından bilinçleri doruğa yükselir.
Akıl ve bedenle birlikte girdiği ortama renk ve ışık verir.
YOLU YARILAYAN KADINLARLA hem kolay
hem de zor bir hayat iç içedir.

Sevgisinde de, öfkesinde de cömerttir.
Evet anlamına gelen kadınsı hayırlarla kapris yapılmayacağını çoktannn öğrenmiştir.
Erkeğin ne ardından gelir, ne de ilerisinde olmak için didinir.
Yan yana, can cana duruşlar tercihidir.

Bazen bir anne şefkati, bazen de bir aslan kükremesi ile şaşkınlığa çevirir.
Onunla birlikte olan erkeğin her şeye hazır olması gerekir.
YOLU YARILAYAN KADINLAR duygularını yaşamasını bilir.
Davranışları sebepsiz değildir.

Kalbi kırıldıysa ağlar, ağlayışının sebebi erkeğin ona sunacağı sevgi ihtiyacı değildir.
Mutluysa kahkahalar atar, gülüşünün sebebi dikkat çekmek değildir.
Seviyorsa kıskanır, kıskanç oluşunun sebebi kendine güvensizlik değildir.
Üzgünse omuz arar, destek istemesi çaresizliğinden değildir.
Suskunsa sebebi vardır, kendi haline bırakılması gerekir.

YOLU YARILAYAN KADINLARIN hissiyatı kuvvetlidir.
Aldatıldığını sezgilerini kullanarak gün ışığına çıkarır.
Veda vakti geldi demenize bile gerek yoktur.
O verdiğiniz mesajı çoktan anlayıp kendi yolunu tutmuştur.
Her gidiş kadını daha da kadınlaştırır.

Gidenin ardından bakacak kadar hayatın uzun olmadığını anlamıştır.
Ve GİZEM kadına en çok bu yaşlarda yakışır."

10 Ekim 2011 Pazartesi

Çocukluğumdan hatırladığım (1)....

Geçenlerde TV'de izlediğim bir reklam beni epeyce uzaklara götürdü... Daha henüz süpermarketler zincirleşmemiş iken, Migros'un market şekline dönüştürülmüş, içleri raflarla dolu, mahalleye girdiklerinde özel bir siren sesiyle varlıklarını belli eden kamyonetleri aklıma geldi. Çocukluğum ilkokul yıllarına kadar anneannemin gözetiminde geçti. Şimdilerde trilyonluk evlerin olduğu, o zamanlarda ise mütevazi sayılan Selamiçeşme'nin sokaklarında büyüdüm. Migros kamyonu mahalleye geldiğinde, sireni çalar, biz de anneannem ile diğer mahalle sakinleri gibi, kamyonetin başına üşüşürdük. Kamyonet şöförü, iki yana doğru açılan kapakları kaldırır, müşterilere satış yapardı. Bir sonraki aşamada ise, çift taraflı reyonlar kuruldu, kamyonetler daha bir büyüdü, tel sepetler kolumuzda, reyonların arasında dolaşırdık, 10 bilemedin 15 metre kamyonetin içinde... Yani ilk marketlerin temeli bu arabalarda atıldı. Şimdilerde ise marketlerin durumu gayet belli. O zamanlar sadece ihtiyacımız olan şeyleri alır, fazlasına göz dikmezdik. Ama öyle çılgın bir tüketim toplumu olduk ki, artık markete girdiğimizde tekerlekli alışveriş arabalarına elimize geçeni ve daha fazlasını koyuyoruz. Kasaya geldiğimizde de çıkan faturaya bakıp, ne aldık ki bu kadar diye birbirimize soruyoruz. İşte toplu marketlerin yaptıkları, pazarlama dilinde "stimuli" (uyarıcı) denilen etki bu... Hiç dikkatimizi çekmeyen rafların bile kendine ait bir dili var, bizi kendilerine çeken ve almaya iten. Çok bilirim markete ekmek, süt, yoğurt almaya diye giripte, elimde kolumda bir dolu torba ile çıktığımı... Kazandıkça harcayan, harcadıkça daha çok kazanmayı isteyen bir toplum olduk. Hakkımızda hayırlısı...!

1 Ekim 2011 Cumartesi

Adaptasyon...

3 çocuk annesiyim. İkisinin biyolojik, sonuncusunun da sonradan olma annesi... İki yazdır, iki aylığına ikinci adreslere (öz anne ve öz babaları) gidiyorlar. Döndüklerinde sanki iki ay önce giden çocuklar değil de bambaşka çocuklarmış gibi geri geliyorlar. En bütük olanı 16 yaşında, o değişmiyor tabiki benim yanımda, ya da gelip gittiği zamanlarda. O artık biliyor neyi nerede ne zaman yapması gerektiğini. Ama diğer ikisine sürekli hatırlatma, sürekli dürteleme gibi eylemler gerekiyor.
  • Dişlerini fırçaladın mı?
  • Yatağını topladın mı?
  • Okul kıyafetlerini düzgün astın mı?
  • Ödevini yaptın mı?
  • Neden tabağını kaldırmıyorsun?
  • Kaç tane su bardağı olmuş burada böyle?
Bunları çoğaltabilirim, ama sanırım anne olan herkes ne demek istediğimi zaten anladı. Acaba uzun süre kendi ortamlarından ayrıldıkları için, resetliyorlar mı kendilerini? Gitmeden önce ufaklıklardan back-up alsam da geldiklerinden format atıp tüm bunları geri mi yüklesem?

Geri döndükleri zaman onlar gibi ben de uyum sağlayamıyorum, onlarla birlikte yaşamaya. İki kişilik yemek yaparken birden 5 kişilik yemek yapmak, 2 kişinin ütüsünü yaparken 5 kişinin ütüsünü yapmak, evi hatfada 1 kere temizlerken, iki kere temizlemek ağır geliyor. Tüm bu temponun içinde, eşime de laf anlatmak zor oluyor elbet.

  • Neden bu kadar sinirlisin? (Sanki hep sinirliymişim gibi)
  • Neden bu kadar bağırıyorsun? (Sanki hep bağıran biriymişim gibi)
  • Neden yemek yok? (Sanki her gün yumurta kırılıyormuş gibi)
  • Gömleğim neden ütülenmemiş? (Sanki zaten normalde de ütüden nefret ettiğimi bilmezmiş gibi)
  • Neden sürekli yorgunsun? (Eh be kocacığım, etrafına bir baksan)
  • Neden hep başın ağrıyor? (Benim migrenim var, stresden azıyor bilmiyor musun?)
  • Yüzün hiç mi gülmez senin? (Bütün bu işlerin arasında gülebilecek bir şeyler bulamadığım için kusura bakma)
  • Problem nedir? (Aaaa problem mi, problem yok, sadece çocukların matematik problemleri var, çözülmesi lazım)
Gibi soruların altında eziliyorum. Evde oturana bir kadın olsam, o zaman problem olmayacak belki de... Ama hem çalış hem eve gel bu sorunlarla yüzleş ağır geliyor. Üstelik sağolsun eşim bana her konuda yardımcıdır, elinden geldiğince her şeye yetişmeğe çalışır. Böyle biri olmasına rağmen yoruluyorum. Sonuç itibariyle üstüne düşeni yapar, hem de fazlasını ama geçer koltuğua oturur ve tv izler. İşte ben bunu yapamıyorum, gün sonunda sürünerek anca yatağa atabailiyorum kendimi.

Bu sefer altından kalktım, ama 10 günümü aldı adapte olmam. Sonuç; artık sarışın ve kısa saçlıyım... :)