Bundan 5 yıl kadar önce tanıştım Yeşim Türköz’ün kitaplarıyla… Üniversite hayatımdaki Türkçe dersindeki öğretmenim, sınav için okumamız gereken kitaplardan birinin adının “Büyü Dükkanı” olduğunu söylediğinde, adı hoşuma gitmediği için önyargılı yaklaştım kitaba önce… Kitabı o kadar zor buldum ki, bir yargılama da o zaman geldi. Okumak için elime aldığımda, aslında yıllardır bana çok yakın olan ve sürekli okuduğum psikoloji kitaplarından biri olduğunu fark ettim. 2 saat içerisinde kitabı yaladım yuttum. İçindeki öyküler muhteşemdi. Çok etkilenmiştim. Okuduktan hemen sonra etrafımda kitap okuyan herkese bu kitabı önerdim. Aldığım geri bildirimler benim duygularıma çok yakındı. Herkesin muhakkak okuması gerektiğine inandığım bir kitaptır “Büyü Dükkanı”. Hayatınızda çok vazgeçmek istediğiniz bir şeyin aslında sizin için ne kadar önemli olduğunu anlamanıza yardımcı olur kitap, ya da değiştirmek istediğiniz şey için ödeyeceğiniz bedelin büyüklüğü ve vazgeçilmezliğini anlatır.
“Büyü Dükkanı” Yeşim Türköz’ün ilk kitabıydı sanırım. 2009 yılında “İç Dünya Oyunları” nı yazdığını keşfettim internette dolaşırken. Onu da aldım hemen. İlk kitap gibi beni sarıp sarmalamadı belki ama, her hikayede kendimden birşeyler buldum. Kitapdaki kahramanlar, akıl, dürtü, sağduyu, haset, çoşku, kibir, çoşku, vicdan, bellek gibi, aslında herkesde ortak olan, ama eşit olarak bulunmayan tepki ve karakterlerden oluşuyor. Bu kahramanlar etrafında dönen hesaplaşmalar, belli bir kurguyla ve birkaç oyun olarak kurgulanmış öyküyle anlatılıyor kitapta. Beni en çok etkileyen öykü “Son Oyun” oldu. Hikayede kitabın kahramanlarına, dünyadaki son 6 saatiniz olsa neler yapardınız ya da hangi yarım kalmış işinizi tamamlardınız diye bir soru yöneltiliyor. Ortaya ilginç cevaplar çıkıyor. Ben cevapları değil de, kitaptaki birkaç satırı buraya aktarmak istiyorum. Bu oyunu kendi kendinize oynayarak cevaplarını kendiniz vermenizi istiyorum. Deneyin bakın kah eğleneceksiniz, kah çok üzüleceksiniz. Ama değecek… Sizce?
“ Hüzün;
- Neden yaşlandıkça yumuşuyorsun?
Vicdan;
- Bilemiyorum. Galiba eski direnme gücümü yitiriyorum da ondan.
Hüzün;
- Belki deniz bitiyordur ve fazla zamanın kalmadığının farkına varıyorsundur.
Vicdan’ın kafası karışmıştı.
- Yani?
- Yani, gücün azaldığından değil de bu dünyadaki zamanın azaldığından yumuşuyorsundur. Ne de olsa yok olmaya doğru yol alırken,katı olmak için bir neden kalmıyor.
- Sanırım haklısın. Önünde uzayıp giden hayata kapris yapmak için kendinde her türlü hakkı görüyorsun. Ama kısalmakta olan hayat, sana nanik yapmaya başladığında elin ayağın birbirine dolaşıyor”(sayfa 190-191)
“Ölüm hiçbir pazarlık payı bırakmadan, sessizce orada bekliyordu. Onlara düşen, son düzlükte durup yalnızca kendilerinin görmekten, duymaktan, hissetmekten doyum alacakları bir şeyi yapmaktı. Durdukları yerin sarsıcı tenhalığında ne bir seyirci ne de bir rakip vardı. Sadece kendileriyle baş başaydılar. Oysa yaşam içinde de, ne olacakları ve ne yapacakları konusundaki bütün özgürlüklerine rağmen zaman karşısında tutsaktılar. Yaşam, dibi çatlak bir kavanozdaki su gibiydi. İçindeki balıklar, çatlağın ne büyüklükte olduğunu ve suyun hangi hızla eksildiğinin hiç bilemezlerdi. Onlara düşen, her gün biraz daha azalan suyun içinde, dünkünden daha iyi yüzmekti. Ama suyla birlikte kavanozun dibine yaklaşmakta olduklarını bile bile bunu yapmak hiç de kolay değildi. İşte bu yüzden olsa gerek, çoğu zaman suları hiç bitmeyecekmiş gibi hareket ederlerdi. Oysa bir gün, aniden kavanozun dibine değerdi gövdeleri” (sayfa 197)