Uzun zamandır yazmayı planladığım bir mektup bu. Benim seninle ilgili hislerimi yeterince açıklar mı bilmem. Ama az da olsa yardımı olur sanırım. Neresinden başlayacağımı da bilemiyorum şu an için, ama gelir herhalde.
Çocukluğuma baktığımda, annem ile ilgili anılarımda, ergenliğime denk düşen kısmı bir kabus. Hiç kolay bir ergenlik geçirmedim ben hatırlıyorum. Detayları başka bir yazıda anlatırım bir gün, ama annem ile olan diyaloğumdan berbat olduğunu hatırlıyorum. O zamanda kendi kendime söz vermiştim, bir gün kız çocuğum olursa, ben ona farklı davranacağım ve asla annemin benim ergenlik dönemimde bilmeden de olsa yaptığı hataları ben kendi kızıma yapmayacağım diye. Ne kadar başardım bilemem, muhtemelen sen de şu sıralar aynısını kendine söylüyorsundur. Bu bir kısır döngü çünkü. Hiç bir kız çocuğu, bu dönemlerde annesini beğenmez.
En başa dönmek istiyorum. 1994 yılının bahar aylarında, yumurtalıklarımda ki iltihap yüzünden epeyce çekmiştim. Tahliller, iğneler, hastaneler, ultrasonlar v.s. arasından mekik dokuyordum. Neredeyse 20 yıllık doktorluğumu yapan jinekoloğum, pek bir şey söylemiyordu ama iğnelerden, çektiklerimden durumun ehemmiyetini farkındaydım. Beni telaşlandırmak istemiyordu sanırım. Zaten oldukça sakin sessiz, telaşsız biriydi. Tam bana göreydi yani. Çalışıyordum. Tahlillerimi, reçetelerimi aldım. Haftada bir kez gelen şirket doktorumuza gösterdim. Adam endişeli bir yüz ifadesiyle, tahlilleri inceledikten sonra, durumu anlattı bana. O zaman ciddiyetini fark ettim. Belki de çocuk sahibi olamayacaktım. Ya da bu tedavi süreci o kadar uzun sürebilirdi ki, çocuk sahibi olmam gecikebilirdi. Durum vahimdi. Bütün bunlar Şubat-Mart ayları civarı gerçekleşiyordu. Çok üzülmüştüm. Yaşım 25'di. Bir çocuğum olmasını çok istiyordum. Tedavim uzunca bir süre devam etti. Tedavi Mayıs aylarında bitti. Kendi doktorum, bunu çok fazla kafaya takmamamı, yaşımın genç olduğunu, elbet her şeyin yoluna gireceğini söyleyerek uğurlamıştı beni son muayneden sonra. Mümkün müydü kafama takmamam. Hırs yaptım, ne demek yaşım gençti, her şey yoluna girerdi. Ben çocuk istiyordum, hem de hemen, 3-5 yıl sonra değil. Hemen olmalıydı. Daha ikinci belki de üçüncüyü de doğuracaktım. Ağustos ayının başında, muaynehanesinin kapısından girdim ve ben hamileyim galiba doktorcuğum dedim. Yok canım olamaz dedi. Ultrasonda doğruluğunu görünce, "aman lütfen kendini hiç hazırlama, biliyorsun bunu çok uzun zaman boyunca beklemiyorduk, üç ay geçsin, ondan sonra sevinelim" dedi. Peki dedim, ama içim içime sığmıyordu. Çok mutluydum. Üç ayı devirdik, sana bir şey olmadı şükür.
Çok zorlu bir süreç oldu hamileliğim. İlk 6 ayı hep raporlarla geçti. Korkunç mide bulantıları çekiyordum. Sürekli kusuyordum. 52 kg ile hamile kalmıştım, 4. ayda 46 kg.ya düşmüştüm. Yediğimi kusuyordum. Hastanelerde serumlarla besleniyordum. 5. aydan sonra ufak ufak mide bulantılarım kesilmeye başladı. Ben de sanki o beş ayın acısını çıkarırcasına, kıtlıktan çıkmış gibi yemeğe başladım. Doğuma girdiğimde 66 kg.dum. Yani toplamda 20 kg almıştım. Bu arada, baban da ben de cinsiyetini öğrenmek istemedik. İlk bebeğimizdin, önemli değildi, sağlıklı olsan yeterdi. Sürpriz olsun istiyorduk. Ama ben ilk çocuğumun erkek olmasını çok istiyordum. İkincisi kız olsun ona abilik yapsın diye. İçimde hep bir abi özlemi vardı ya, işte bu yüzden erkek çocuk istiyordum. Baban ise her erkek gibi erkek çocuk istiyordu. Bunu hiç açık seçik dile getirmedi ama ben biliyordum, hissediyordum. Soranlara sağlıklı olsun yeter diyorduk. Her şey yolunda giderse normal doğum yapacaktım. Korkmuyordum. Doktorumuz,ultrason verilerine göre 9 Nisan'da doğum diyordu. Son ayda kontrollerim sıklaşmıştı, en son kontrole gittiğimde, doğumu planlarken, doktoruma eğer erkek olursa hemen hastanede sünnet olmasını istediğimi ve bunun için çocuk cerrahı ile görüşmesini rica ettim doktorumdan. O da döndü ve"durun bakalım ne kadar eminsiniz erkek olacağından, hele bir doğsun sonrasına bakarız" dedi. Biz gerçekten de cinsiyetini öğrenmemiş olmamıza rağmen, o kadar emindik ki erkek olacağından. Baban da ben de itiraf etmiyorduk birbirimize ama, erkek olsun istiyorduk. Her ikimizin de nedenleri farklıydı elbet. 9 Nisan geldi, bir pazar günüydü. Melek Teyzenler ve Sibel Teyzenler sabah kahvaltıdan hemen sonra bize geldiler. Normal doğum olacağını biliyor olmamıza rağmen, nasıl bir cahillik ise bizimkisi, sen sanki tam gününde doğacakmışsın gibi bekliyorduk Bekledik, bekledik, bekledik sonra da kendi kendimize güldük. Aptallığımıza güldük. Herkes evine gitti. Ertesi gün Nine'nin doğum günüydü. Akşam dedenler bize gelecekti. Bizde anneannen ile Jodie Foster'ın Oscar almış olan "Nell" filmini izlemeye gidecektik. Tesadüf bu ya, sinemada doktorumun muaynehanesinin hemen altındaydı. Sinema çıkışında da eksik kalan bir kaç parça bebek eşyası vardı, onları tamamlayıp eve dönecektik. Sabah bir uyandım, doğumdan önce bazı kadınlarda olan ve işaret olarak tanımlanan ufak bir kan lekesi geldi. Saatin 9 olmasını bekledim. Aramızda en son doğum yapmış olan Bilge Teyze'ni aradım. Durumu izah ettim, "aman dikkat et. Evde otur hiç bir yere çıkma" dedi. Dinler miyim, anneme ve başka kimseye söylememesini tembih ederek, anneannenle buluştum ve 11'deki matineye girdik. O sırada doğum sancılarım yarım saatte bir yokluyordu. Ama ben anneme hiç bir şey belli etmedim. O zamanlarda daha cep telefonları olmadığı için iletişim ağı da zayıf olduğundan, aile de anneme ulaşamıyordu. Şansım yaver gidiyordu, hayırlısıyla annemi telaşlandırmadan seni doğuracaktım, hatta belki de bir sinema salonunda. Olmadı tabi ki. Film bitti ben anneme hazır oralardayken doktora gözükelim bari dedim ve hemen sinemanın üst katındaki muaynehaneye çıktık. Kapıdan girer girmez doktoruma elimle sus işareti yaptım. Muayne etti, açılma başlamış ama daha vakit çok dedi. Eve git sancıların 10 dakikada bire düşünce haberleşiriz dedi. Minibüse binebilir miyim ve bir kaç parça eksiğim var, onları da alabilir miyim dedim. Mümkünse taksiyle git cevabını alınca da taksiye bindim ve eve geldim. Sanırım akşam üstü filan olmuştu. Eve girdim baktım ninen ve deden akşam için hazırlık yapıyorlar. Bende elimden geldiğince onlara yardım ettim. Sofrayı kurduk, hep beraber yemeğe oturduk. Benim sancılarım artık 20 dakikada bire düşmüştü. Benim dışımda herkesin keyfi yerindeydi. Sancılar geldiğinde kafamı koridorun duvarlarına vuruyor, geçince oturup soluklanıyordum. Henüz kimseye haber vermemiştik. Sadece Melek Teyze'nler biliyordu. Doktorumu da arıyordum ama o da rahattı 10 dakika olmadan hastaneye geçmeyin diyordu. Baban bir peçeteye sancıların dakikalarını yazıyordu ki hesabını tutabilelim. En son saat 11'de artık ben dayanamadım, sancılar da 10 dakikaya düşünce hastanenin yolunu tuttuk. Dedenlere evde beklemelerini, bu işin belki de sabaha kadar sürebileceğini söyledik. Melek Teyzenler de bizle birlikte hastaneye geldiler. Evden çıkmadan önce, Orhan Dayı'na haber verdik ki, sen dünyaya geldikten sonra telaşlandırmadan anneanneni alıp, hastaneye gelsin diye... Hastaneye vardığımızda beni doğum odasına alıp, senin kalp atışlarını dinlediler. Nasıl güzel bir sesti odanın içinde yankılanan anlatamam. Her şey normal gidiyordu, kısmetse bir kaç saate aramızda olacaktın. Odaya çıktık. Beklemeye başladık. Aradan bir saat geçmişti. Sancıların aralığı giderek düşüyordu, ama açılma yoktu. Doktorum telaşlanmaya başlamıştı. Bende öyle... Bir elimde stres topu diğer elimde Melek Teyze'nin eli, her ikisini de sancı geldiğinde sıkıyordum. Karnıma bağladıkları aletle kalp atışlarını dinliyorduk. O kadar hızlı ve heyecanlıydı ki, sanki odanın içinde atıyordu. Tam iki kez ameliyathanenin kapısından geri döndüm. Doktorum tam sezeryana alacağım, bir şeyler yolunda gitmiyor diyordu. Ameliyathanenin önüne gelince, kalbin normale dönüyordu. En son, doktorum, kalp atışların artık 200'leri bulunca, seni kaybetme riskimizin olduğunu ve bir an önce sezeryana girmemiz gerektiğini söyledi. Apar topar ameliyathaneye indik. Beni bayılttılar. Kendime gelip gözlerimi açtığımda, yanımda pembe beyaz tenli kızılca tek tük saçlı, küçücük kulaklı, sanki silikonla şişirilmiş dudaklı bir varlık birileri tarafından bana gösteriliyordu. Kızdın, biz erkek beklerken sen gelmiştin. Nasıl güzeldin, nasıl tuzluk gibi bir bebektin anlatamam. O an ben dünyanın en mutlu annesiydim. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da az önce karnımda olan, şimdi ise kucağımda olan bu varlığa bakmaktan kendimi alamıyodum. Gözlerimden yaşlar süzülürken, anneannen, dayın, baban, Melek teyzenler, herkes oradaydı. Mucize gibiydin, inanamıyordum... Herkes biraz şaşkındı. Daha sonradan öğrendiğime göre, babana kızınız oldu dediklerinde, büyük bir şaşkınlık geçirmiş ve Orhan Amca'na dönerek "tüh el oğlu gelip kızımı alacak" demiş. Melek Teyzen ne renk kıyafet getireceğini şaşırmış, önce gitmiş yeşil tulumu almış, ardından kız olunca sen, pembe bulamamış, sarı getirip vermiş hemşireye. Gerçi ne mavi ne de pembe hiç bir şey almamıştık. Her şey ara renklerdi. Ama bocalamıştı işte Melekçiğim.
Doğumdan tam 1,5 gün sonra doktorum beni eve çıkardı. İyiydim. Her şey yolundaydı, boş yere hastanede kalmama gerek yoktu. İlk kez bebek sahibi olduğumuz için, baban da ben de çok tecrübesizdik. Seni nasıl tutacağımızı, nasıl kollayacağımızı bilemiyorduk. Anneannen de çoktan unutmuştu bildiklerini. Kör topal idare ediyorduk. Baban inanılmaz titizleniyordu. Terlik ile dolaştırmıyordu evde. Saat 9'dan sonra telefon çalınca kızıyordu. Altını değiştirirken anneannene de bana da karışıyordu. Biberonla mama verirken, 30 derecelik açıyla değil 45 derecelik açıyla tutmamızı, hava yutarsan gazın olacağını söyleyip duruyordu. Sanki önceden defalarca çocuk sahibi olmuştu ve her şyei biliyordu!!! Eve gelen misafirlerin ardından, senin ellerini ve yüzünü ıslak mendillerle temizliyordu mikrop kapmayasın diye. Anneannene bir gün geldiler ve "oğlum yeter ama bu kadar karışma" gibilerinden bir şeyler söyledi babana. Baban da dönüp "Ama anne, bizim tecrübemiz yok ki! Sanki ilk defa Mercedes araba almış gibiyim, nasıl Mercedes arabam olduğunda arabama titizlenirsem, alışana kadar, bebeğimize de o titizlikle yaklaşıyorum" deyivermişti. Yani seni bir arabayla kıyaslamış, beni çok şaşırtmıştı. Kurduğu mantık doğruydu ama betimlemesi her zamanki gibi yanlıştı.
İştahsız ama sağlıklı bir çocuktun. Ayda 100 gr alırsan sevinçten hopluyorduk. Babanın bu titizlenmesi, sen 1,5 yaşlarına kadar devam etti. O doktoru beğenmedik, başka doktora gittik, onu da beğenmedik, bir başkasına gittik. En sonunda Cerrahpaşa hastanesinde çocuk bölümü başkanı olan bir doçente, bin bir torpille randevu alabildik. Bütün tahlillerine baktı. Sen zaten yerinde duramıyordun, pilli bebekler gibi bir oraya bir buraya koşturuyordun. Adam problemin baba da olduğunu anlayıp, babana dönerek "Beyefendi siz hiç karınıza alıcı gözüyle baktınız mı. Karınızı da zayıf minyon tipli. Çocuğunuzun da böyle olması gayet normal. Yeter artık daha fazla doktor doktor gezmeyin. Çocuğunuz gayet sağlıklı. İşitmesinde problem yok, yürüyor, koşuyor" diyerek, biraz da azarlayarak bizi yolladı. Evet geçekten de çok zor yemek yiyordun. Kan kusturuyordun bize. Ama çok hareketliydin. Dur durak bilmiyordun. 9 aylıktın emekledin. Tam bir yaşında da yürüdün. Her şey normaldi. Görenleri imrendiren, zayıf ama o kadar sevimli bir bebektin. Bir yaşına kadar anneannen baktı sana. Sosyal bir kadındı, arkadaşları ve çevresi vardı. Sana bakarken yaşamı kısıtlandı elbette. İstediği gibi gezemez dolaşamaz olmuştu. Biz de babanla ona hayatını geri vermeğe karar verdik. Bakıcı araştırmaya başladık. Ben iyi bir yerde ve iyi bir maaşla çalışıyordum. Bundan vazgeçmek istemiyordum. Sonuçta mizacım da buna uygun değildi, evde oturup çocuk büyütüp tüm hayatını çocuklarına, kocasına adayacak tipte bir kadın değildim. Ama en küçüklükten kendime verdiğim bir söz vardı, çocuklarımı okul çağına kadar ben getirecektim, bebekliklerinde yanlarında olacaktım. İkilemdeydim, ya çalışacaktım seni bir kadına bırakacaktım ya da işten çıkıp kariyer planlarıma ara verip, sana bakacaktım. Sonunda ikinci seçeneğe karar verdik. Seninle evde muhteşem vakitler geçirdik. İnanılmaz hareketli bir bebektin. Diş çıkaracağın zamanlarda ateşin çıkar hiç uyumazdın. Pilli kurulmuş bebekler gibi sürekli koşardın evin içinde. Hızına yetişemezdim. En büyük problemim o dönemlerde yemek yememendi. Çok zorlardın beni, kuş kadar bir şeyler yedirmek için o kadar uğraşırdım ki, çoğu zaman sen yememek için ağlardın ben ise yediremediğim için. Bir gün evde temizlik vardı, seni de ana kucağına oturtup -ne akılsa- yemek masasının üzerine koymuştum. 7 aylık falan olmalıydın en fazla. Sen bir hareketle ana kucağıyla beraber, masanın üzerinden yere düşüverdin. 2 cm farkla kafanı eşiğe vurmaktan kıl payı kurtuldun. Tecrübesizdim, ilk çocuktun, ben de anneliği seninle birlikte öğreniyordum. Çok maceralarımız oldu böyle seninle. Boyun uzun olsun diye 3 aya kadar, her altını açtığımızda ayaklarından tutarak baş aşağı silkelerdik seni. Biri demişti bize, hem kemiklerin de yerine otururmuş. Ne cahillik! En büyük korkum kulaklarının kepçe olmasaydı. Baban işe giderdi, o kapıdan çıkar çıkmaz kulaklarını seloteyple bantlardım ki, yatarken katlanıp ta öyle kalmasın diye... Daha buna benzer ne hikayeler var seninle ilgili hatırladıkça güldüğüm.
İlk okula, birinci sınıfa başladığın günü hatırlıyorum. Bence bir çocuğun birinci sınıfa başladığı ilk gün hayatında çok önemli. Bir dolu çocuğun giydiği kıyafetin aynısını giyiyorsun, etrafında bir dolu öğretmen topluluğu seni sınıf sırasına sokmaya çalışıyor. Ben de tüm anne babaların durduğu yerde duruyorum. Gözlerin endişeyle beni arıyor, ben de sana endişeyle bakıyorum. Yaşlar hazır hem sende, hem de bende, döküldü dökülecek. Ama sen ben üzülmeyeyim diye akıtmıyorsun, ben de sen üzülmeyesin diye! Baban yok, çünkü işi çok, seninle ilgili pek çok şeyi kaçırdığı gibi bunu da kaçırıyor. Sen tüm sınıfla ve tanımadığın bir dolu çocukla birlikte sınıfına gidiyorsun, ben de eve. O sıralardan, en yakın dostların çıkıyor ilerleyen senelerde; Elif, Elifsu, ilk aşkın Kerem, hayatın boyunca en sevdiğin öğretmenin Handan Hanım. Dördüncü sınıfa kadar aynı okulda okudun, sonra Anadolu yakasından, Avrupa yakasına, hem de o yakanın en uç noktasına Bahçeşehir'e taşındık. Okulun değişti arkadaşların da... 1 yıl bir okulda okudun, 1 yıl başka bir okulda. 2006'da babanla ayrıldık, tekrar Anadolu yakasına taşındık, sen, ben, kardeşin kendi başımıza yaşamaya başladık ve sen ilk 4 yılını geçirdiğin okuluna geri döndün. Ama aynı senin gibi arkadaşların da büyümüştü ve genç kızlığa adım atıyorlardı. Bıraktığın gibi değillerdi hiç biri. Çatışmalar, kavgalar, liderlik savaşları arasında, kendi savaşını verdin. Giderken lider olduğun sınıfında, bu sefer bir başkası liderdi. Hem bu savaşı verirken, babanla ayrılığımıza alışmaya çalışırken, hem yeni evimize uyum sağlamaya çalışırken, sen ergenliğe adım attın. Hiç unutmuyorum, küçüklüğünde en yakın arkadaşlarından biri olan -aynı zamanda adaşın- seni bir gün öyle delirtmişti ki, evin koridorunda kendini yerden yere atıp sinir krizi geçirdin. Ben çok korkmuştum. O zamana kadar senin hiç bir taşkınlığını ya da siniri görmediğim için bu durum beni çok endişelendirmişti. Ama sen çok kısa bir sürede liderliği yine eline aldın ve o okulda okuduğun müddetçe de hiç bırakmadın.
Bu dönemlerde ben de üniversiteye gidiyordum. Çok evvelden beri içimde ukte olan bir hayali gerçekleştiriyordum. Bu zamanlarda en büyük yardımcım sendin. Henüz 11 yaşındaydın. Ben, sizin eve gelişinizden çok sonra eve geliyordum. Sen o arada, kardeşinle birlikte eve geliyor, onu ve kendini doyuruyor, evi iyi kötü toparlıyor, derslerine çalışıyordun. Bütün bunları yaparken bir de ergenlikle baş ediyordun. SBS zamanı gelmişti, hafta sonları dersaneye gidiyordun. Hiç bir şey için vaktin yoktu. Bir dolu karmaşa içinde sınava girdin, kötü olmayan bir sonuçla çıktın sınavdan. Hayatında yepyeni bir dönem başlıyordu. Liseye ilk başladığın ilk günün aynı yukarıda az önce yazdığım, birinci sınıfa başlarken ki halin gibiydi. Yine gözün bende, yaşlar hazır... Sonraları öyle bir rol üstlendik ki sınıfında, hayatının her yerinde başına iş açacak liderlik koltuğuna kısa zamanda oturdun. Şimdilerde hep dediğin bana, hayatının en güzel 1 yılını geçirdiğin. O muhteşem deniz manzaralı, muhteşem dostlukların kurulduğu o okuluna da 1 yıl sonra veda etmek zorunda kaldın. Kötü bir yıldı, lise 1 zordu, derslerin ilk dönem kötüydü ama ikinci dönem düzeldi. Tiyatro kursuna da gidiyordun ve bu sana çok iyi geliyordu.
Hayatımızdaki değişiklikler bitmemişti daha. Benim gibi ele avuca sığmayan bir anneye sahip olman belki de hayatındaki en büyük şansızlıklardan biriydi. Liseye başlamadan önceki yaz, ben okulumdan mezun olmuş ve bir iş bularak 3 aylığına, yaz sezonunu geçirmek için, Bodrum'a gelmiştik. Bir ev tutmuştum kutu gibi. Sabah saat 7'de çıkıyordum, çoğu zaman gecenin bir vakti siz uykudayken dönüyordum. O sene mercimek yapmayı, soğan kesmeyi ve makarna haşlamayı öğrendin. Yine kardeşine bakıyordun, gündüzleri de denize gidiyordun. O yaz ben de şu anda eşim olan, hayatımda çok değer verdiğim insanla tanıştım. Yaz bitmiş ve biz evlenmeye karar vermiştik. Endişeliydin, etrafımdaki herkes gibi erken daha diyordun, birbirinizi daha iyi tanıyın ve öyle karar verin. Ama senin asıl endişen bu değildi. Beni kaybedeceğinden, bir başkasıyla paylaşmak zorunda kalacağından korkuyordun. Sana ait olan tarafım bölünecekti. Çocuk ve ergen aklınla bunları düşünmekte de gayet haklıydın. Senin tarafından bakınca olay gerçekten de böyleydi. Çok zorlandın kabullenmekte, kıyametler koptu yaşantımızda. Ben, sen ve onun arasında kaldım çoğu zaman. Hatta dedene karşı bile seni savunmak zorunda kaldım. O kadar zordu ki içinde bulunduğum durum, bir yanda sen bir yanda sevdiğim adam... Ama biraz yardımla atlattık durumu. Anneanneni kaybettik o sıralarda, berbat bir hastalığın pençesine düşmüştü. 4,5 ay yoğun bakımda kaldı. Sen 3-4 kez yanına girdin. Çok düşkündün ona, çok severdin. Hatta beni şikayet ederdin ona. (Mezarına gidip hala şikayet ediyorsun aralarda) Anneannen hayatımızdaki her türlü ayrıntıyı senden öğrenirdi. Akıllı bir kadındı ve senin ağzından nasıl laf alacağını iyi bilirdi. Onu kaybetmek seni çok üzmüştü, hatırlıyorum. Kardeşinle büyük teyzenin evindeki koltukta, birbirinize sarılarak ağlıyor, bir yandan da beni kontrol ediyordun. Kimin için daha çok üzüleceğini bilememenin verdiği şaşkınlıkla. Çalışma masanın üzerinde resmi var, canın sıkıldığında ya da işler yolunda gitmediğinde hala onunla konuşuyorsun.
Henüz bitmemişti hayatındaki değişiklikler. Dedim ya ele avuca sığmayan deli dolu bir annen vardı. Bir akşam eve geldik ve İstanbul'u terk edeceğimizi, Bodrum'a yerleşeceğimizi, seçim hakkının senin olduğunu, kimle yaşamak istersen onunla yaşayabileceğini söyledik. Ben sorumluluğu üstümden atmak istiyordum. Peşime takıp seni götürsem, zorlasam ileride beni suçlayabilirdin. Babana bıraksam, onun sana iyi bakacağından emin değildim. Aklım hep sende olacaktı. Hem sensiz olmayı hayal bile edemiyordum. Sen benim hem kızım, hem arkadaşım, hem sırdaşım, hem de en yakın dostumdun. Seçimi sana bırakarak, aslında bu senin tercihinmiş gibi, seni benimle birlikte götürmek için elimden geleni yaptım. Sonuçta sen benden ayrılamadığın için, benimle birlikte Bodrum'a geldin. Geldiğin ilk 2 ayı hiç unutmuyorum. Sürekli problem çıkartıyordun. Evdekilere saldırıyordun, kan kusturuyordun. Ben yine hayat arkadaşım ve senin aranda kalmaktan helak oluyordum. Hanginize laf anlatacağımı şaşırıyordum. Onun seni anlaması mümkün değildi. Geçtiğimiz yolları, senin içinde kopan fırtınaları fark edemiyordu. Sen beni suçluyordun içten içe, benimle olmak için, tüm hayatını İstanbul'da bırakmış ve aslında bizim hayalimiz olan, bir yaşamı sürmeye dahil edilmiştim seni. İşin zordu, seni anlıyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Sürekli deden ve M. abine laf anlatmaktan ve seni savunmaktan içime fenalık gelmişti. Kum torbası gibi, bir o yana bir bu yana savrulup duruyordum. İpimden kurtulup yere düşmem ve içimdeki bütün kumları ortaya dökmem an meselesiydi. Yine deli gibi kavga ettiğimiz bir günün akşamında odana girdim, kapıyı kapattım, yanına, yatağının kenarına iliştim. Neden böyle olduğunu sordum, anlatamadın ama yüzündeki endişe, korku, ifade aynı birinci sınıfa başladığın günkü gibiydi. Seni böyle görüşüm üçüncü kez tekrarlanıyordu. Sana sarıldım. Korkma dedim, yanındayım, kim ne derse desin, ne olursa olsun yanındayım. Bunu birlikte aşacağız. Ben hep yanında olacağım, seni kollayıp koruyacağım. O günden sonra işler daha bir yoluna girmeye başladı. Eve bağlandın, bize bağlandın. Okul hayatındı zor olan, onu da 2 ayda aştık. Okul zamanları günde belki 20 kez mesajlaşıyorduk. Konuşacak kimse bulamadığın için, sürekli bana mesaj atıyordun. Biliyordum, anlıyordum o mesajlardan, çoğu zaman sınıfta oturup ağlıyordun. Ama sen bilmiyordun ki, bende iş yerimde masamın başında ağlıyordum. Şimdilerde kendi çevren ve arkadaşların var ve sanırım burada mutlu olmaya başladın artık.
Yukarıda yazdıklarımı okuduğumda, hayatında ne kadar fazla değişiklik yaşatmışım sana ve bunların bir çoğu senin ergenlik dönemine denk gelmiş. Şimdilerde 17 yaşındasın, neredeyse 7 tane okul değiştirmişsin. Hani ne hissetsen haklısın ama ben hep bir annenin ya da babanın yaşantısını salt çocukları üzerine kurmasına karşıyım. Sana da hep bunu öğretiyorum, başkalarının kişisel çemberlerine çok zarar vermeden, kendi hayatını yaşa. Bunu yaparken çok fazla düşünemediğin yerde, gel benimle konuş. Her zamanki gibi, sana her türlü yardımcı olurum. Kızacağımı düşünsende yalan söyleme. Bir adım atarken iki kere düşün, kimse için değil kendin için at adımlarını önce. Beni ileride seni oradan oraya sürüklediğim için suçlama, çünkü benim tek bir hayatım var önümde yaşayacak ve senin benden 26 sene fazlan var, yaşamını değiştirebilecek. Ne olursa olsun, yanında olduğumu, hatalarınla bile seni çok sevdiğimi, her şeyi benimle konuşabileceğini, bir tek konuşmak istediğini söylemenin yeterli olduğunu hiç aklında çıkarma. Sana yaşamının çok erken zamanlarında, çok sorumluluk yüklediğim için bana kızma. Bu ileride senin yaşamını şekillendirirken çok faydalı olacak. Liderliği yerinde kullanmayı muhakkak öğren. Zira çok üzülebilirsin. Özellikle karşı cinsle ilişkinde, çok zararını görürsün. Erkeğin üstünlüğünü (fiziksel olarak) kabullen, kanına göre şerbet vermeyi bil. Benim geçmişte yaptığım hataları sakın yapma ki ikili ilişkilerinde başarılı olabilesin. Her şeyi mükemmel yapamayacağını kabullen. Hatalarınla yüzleş. Hayatının hiç bir yerinde hata da yapsan "KEŞKE" deme. O anın doğrusu o geldiği için yaptığını düşün. Bunlarla baş etmeyi öğren. Kıskanç olma -ki bu en büyük zayıf noktan bence-. İnsanları yeri geldiğinde paylaşmayı bil. Herkesin seninle aynı fikirde olamayacağını kabullen. Hep ben deme ya da hep bana deme. Kendini sürekli savunma ya da kendini sürekli savunacak durumlara sokma. Okul hayatında ki notlarının, hayatda aldıklarından daha fazla olmasına izin verme. Gerçek hayatdaki notlar, akademik hayattakilerden daha önemli çünkü. Hayat notlarından tam almaya bak. Bencil olma, ama egoist olabilirsin. Önce kendini mutlu edersen, başkalarını da ister istemez mutlu edersin.
Kardeşinle seni sevgi yada ilgi anlamında asla ayırt etmiyorum. İkinizi de bir seviyorum. Ama babanın kardeşine olan düşkünlüğü ve bunu etrafımızdaki herkesin, sen de dahil anlaması dolayısıyla, ben seni daha fazla koruyorum ve seni üzmemek, hatalarını görmezden gelmek için çabalıyorum. Herkese karşı, hatan olsun ya da olmasın seni savunuyorum. Çoğu zaman eleştiriliyorum ama olsun, zaten kimsenin anlamasını da beklemiyorum. Çok şey atlattık biz birlikte, sen hep yanımdaydın, kardeşini birlikte büyüttük, evi birlikte çekip çevirdik, 11 yaşında temizlik yapıyordun sen, evi süpürüp siliyordun. Birlikte ağladık, birlikte güldük. Kardeşin erkek çocuk olduğu için, onunla bunların hiç birini paylaşamadım, ama sen hep başkaydın bana karşı. Genelde kız çocukları babaya düşkün olur, erkek coçukları da anneye. Ama bizde durum farklı, sen bana, kardeşin de babana düşkün. İşte bu yüzden, ben senin önce arkadaşın, sorna annen olmaya çalıştım hep. Üniversite zamanında çok sevdiğin bir hocam vardı, bana "sakın çocuğunun hem annesi hem de arkadaşı olmaya çalışma, çünkü olamazsın, annesi olmaya çalışmak daha doğru" demişti. Ama ben başaramadım, sana hep arkadaşça yaklaşmaya çalıştım. Şimdilik zararı yok, sınırını bilemediğin zamanlarda, hatırlatıyorum sana :) Benim annemle hiç kuramadığım arkadaşlığı, sana bir anne olarak vermek istedim hep. Ben annemin dizinde ağlayamadım hiç, sen ağla istedim.
Son olarak seni çok sevdiğimi ve seni her zaman herkese ve her şeye karşı koruyacağımı sakın aklından çıkarma. Senin dediğin iki şeyi de sakın unutma;
"Bir tek annem olsun bana bir şey olmaz"
"Hepsi gider sen kalırsın".
19 Aralık 2011 Pazartesi
18 Aralık 2011 Pazar
Amaç...
Belki de bu yazıyı en başında yazmalıydım, ama henüz aklıma geldi. Daha fazla ertelemeden yazayım dedim. Okuyanlar bunu yazıyı sanki bu blogun en başında yazmışım gibi algılasınlar. Hani bir kitap yazarsınız ya da anılarınızı kaleme alırsınız, okuyan yakınlarınız, hayatınızın detaylarını da bildikleri için, aaa bu şumu, burada benden mi bahsettin, hiç iyi anlatmamışsın beni, hep kötü göstermişsin diye sitem de bulunurlar yazan kişiye. Ya da tam tersi olur, yazdığınız bir yazıyı çok beğenirler ve kendilerine yorumlasalar da anlatılanları, asla beni ne kadar güzel anlatmışsın demezler. Yani insanoğlunun doğası gereği, hep kötü görülür, iyi akılda bile tutulmaz. Ben de bu yüzden açıklama yapmak istedim. Bu blogda yazdıklarım, adından da anlaşılacağı gibi yaşamın içinden, kıyısından, köşesinden. Çoğu zaman gerçek hissiyatlarım, ama az da olsa gerçekle ilgisi olmayan, kurgu olan yazılar da var. Ben yazar değilim, eğer bunu söylersem ukalalık etmiş olurum. Bu blogu açmadan önce, bir gün farkettim ki, kendi kendime kafamın içinde beynimde yaşamımdaki insanlarla konuşuyorum. Bir bakıyorum annemle, bir bakıyorum babamla, bir bakıyorum çocuğumla, bir bakıyorum eşimle. Bu çok yorucu olabiliyordu bazen. Onlara anlatmak istediklerimi ya da yıllardır içimde söylemek isteyipte söylemediklerimi, yine kendi kafamın içinde tutuyordum. Ya da bir şey yaşıyorum o gün, etrafımda olan ama benimle ilgisi olmayan bir şey, bunu unutmamak için kaydetmek istiyorum, erteliyorum, öteliyorum, sonra da bakıyorum ki unutmuşum. Bir film izliyorum, beni çok etkiliyor. Film ile ilgili düşüncelerimi birileriyle konuşmak istiyorum. Ama o birileri kimi zaman uygun olamıyor. İçimde kalıyor düşünceler. Bir yerde çok güzel bir şey okuyorum, bunu paylaşmak istiyorum v.s. v.s. Bütün bunları yazmam gerektiğine kanaat getirdim. Sonra daha önce de bahsettiğim gibi bir arkadaşımın yazdıklarını okuyup, neden ben de yapmıyorum dedim kendi kendime ve işte sonuç "YAŞAMIN KIYISINDAN, KÖŞESİNDEN, İÇİNDEN" çıktı. Bu tarihte henüz hiç kimse -arkadaşlarım,ailem- bu blogdan haberdar değil. Tek bir arkadaşıma söyledim şimdilik. Sadece o okuyor yazdıklarımı. Biraz daha yazılar çoğalınca, isimsiz olarak, bildirmeye başlayacağım.
Demem o ki, bu blogu ileride okuma ihtimali olan tüm eş, dost akraba ve aileme söylemek istiyorum , her yazı yazan gibi, ben de parmaklarımın ucundan çıkanı olduğu gibi aktarmaya çalışıyorum. Kimseyi kötü göstermek ya da yargılamak gibi bir düşüncem yok. Daha çok anı olarak yazıldığı için satırlar, o an o anıları yaşarken ne hissediyorsam onu aktarmaya çalışıyorum. Gün gelir de bunu okursanız ve kendiniz varsanız eğer içinde, sakın bana kızmayın, darılmayın, gücenmeyin. Özellikle ailem, zaten ben bu ailenin haşarı, ele avuca sığmaz, hiç bir kurala uymaz çocuğuyum. Yine öyle deyip geçin. Bir bu kalmıştı yapmadığı bunu da yaptı ya pes deyiverin. Hiç kimseye kişisel öfkem, kırgınlığım, kızgınlığım yok. Sadece aklıma gelenler maalesef artık beynimin içinde duramıyor ve dökülesi geliyor buraya, durduramıyorum. Özellikle sevgili eşim, geçmişe dönük bir takım yazılar görürsen, sakın kıskançlık ya da alınganlık yapma. Onlar geçmişte kaldı, sen varsın şimdi. Her türlü hesaplaşmamı bitirebilmem için, bunları yazmam lazım. Yoksa yük oluyor bana. Sana ait şeyler de var burada, ve sanırım çok daha fazlası da olacak. Seninle yaşlanacağım. Kavgalarımızı, kırgınlıklarımızı, sevinçlerimizi, gezilerimizi, her şeyimizi yazıyorum. Beni daha iyi anlayabilmen için ve geleceğimizi daha iyi şekillendirebilmen için, önce benim geçmişimle hesaplaşmalarımı, anılarımı, sevinçlerimi, yazım dilimi öğrenmen gerekiyor ki, geleceğimizi daha rahat kurabilelim.
Hani dizilerin ya da filmlerin başında yazar ya ;
"Burada bahsi geçen kişi ya da olaylar gerçek değildir. Hiç bir bağlayıcılığı yoktur"
(Ama ne senaristler ne de yazarlar kurgu dahi olsa yazdıkları, hayatlarından katmadan olmaz, olamaz)
Demem o ki, bu blogu ileride okuma ihtimali olan tüm eş, dost akraba ve aileme söylemek istiyorum , her yazı yazan gibi, ben de parmaklarımın ucundan çıkanı olduğu gibi aktarmaya çalışıyorum. Kimseyi kötü göstermek ya da yargılamak gibi bir düşüncem yok. Daha çok anı olarak yazıldığı için satırlar, o an o anıları yaşarken ne hissediyorsam onu aktarmaya çalışıyorum. Gün gelir de bunu okursanız ve kendiniz varsanız eğer içinde, sakın bana kızmayın, darılmayın, gücenmeyin. Özellikle ailem, zaten ben bu ailenin haşarı, ele avuca sığmaz, hiç bir kurala uymaz çocuğuyum. Yine öyle deyip geçin. Bir bu kalmıştı yapmadığı bunu da yaptı ya pes deyiverin. Hiç kimseye kişisel öfkem, kırgınlığım, kızgınlığım yok. Sadece aklıma gelenler maalesef artık beynimin içinde duramıyor ve dökülesi geliyor buraya, durduramıyorum. Özellikle sevgili eşim, geçmişe dönük bir takım yazılar görürsen, sakın kıskançlık ya da alınganlık yapma. Onlar geçmişte kaldı, sen varsın şimdi. Her türlü hesaplaşmamı bitirebilmem için, bunları yazmam lazım. Yoksa yük oluyor bana. Sana ait şeyler de var burada, ve sanırım çok daha fazlası da olacak. Seninle yaşlanacağım. Kavgalarımızı, kırgınlıklarımızı, sevinçlerimizi, gezilerimizi, her şeyimizi yazıyorum. Beni daha iyi anlayabilmen için ve geleceğimizi daha iyi şekillendirebilmen için, önce benim geçmişimle hesaplaşmalarımı, anılarımı, sevinçlerimi, yazım dilimi öğrenmen gerekiyor ki, geleceğimizi daha rahat kurabilelim.
Hani dizilerin ya da filmlerin başında yazar ya ;
"Burada bahsi geçen kişi ya da olaylar gerçek değildir. Hiç bir bağlayıcılığı yoktur"
(Ama ne senaristler ne de yazarlar kurgu dahi olsa yazdıkları, hayatlarından katmadan olmaz, olamaz)
14 Aralık 2011 Çarşamba
Kaçış mı?
Bundan tam 2 yıl önce bu zamanlarda, bir öğle yemeğinde, o kadar bunaldım ki, eşime ben çok sıkıldım ve artık gitmek istiyorum bu şehirden dedim. O da bana tamam hadi ev aramaya başla gidelim o zaman dedi. Böyle bir planımız tanıştığımız ilk andan itibaren vardı ama 5 yıl sonra gerçekleştirmeyi düşünüyorduk. Çoluğumuzu çocuğumuz belli bir noktaya getirip öyle ter edecektik şehri... Daha vakit vardı yani. İnanamadım söylediğine ama 20 dakika sonra kendimi Bodrum'da kiralık ev bakarken buldum. Ocak ayı sonunda gelip evimizi tuttuk. Haziran ayında ise, eşyalarımızı ve kendimizi toplayıp yeni bir başlangıca ve yaşama merhaba dedik Bodrum'da... Neden Bodrum diye soranlar için de başladığımız yer olduğu için cevabını verdik. Hem Bodrum artık neredeyse bir büyük şehir kadar kargaşaya sahipti ve çocuklar az da olsa daha rahat uyum sağlayacaklardı. Ailelerimizin, dostlarımızın, arkadaşlarımızın anlayamayacağı, ama engel de olamayacağı bir süreçti bu. Kurulu düzenimizi, 3 çocuğumuza rağmen taşıdık. Değişik yaşlardaki çocuklarımız (8-12-15) için elbette ki bu çok büyük bir değişiklikti. İntibak süreci zor olacaktı, farkındaydık. Ama biz tencere ve kapak misali olduğumuz için, üstesinden geliriz dedik. Sıkıştıkları yerde biz onlara yardımcı oluruz. Destek oluruz, yanlarında oluruz. Bizim için en önemlisi, onların da yanımızda olmasaydı. Küçüklerim seçim hakkı yoktu zaten, geleceklerdi. Ama büyük kızımız epeyce direndi, bana olan düşkünlüğü galip geldi ve en sonunda sen nereye ben oraya dedi. Ne de olsa bu bizim hayalimizdi, onları da sürüklemiştik peşimizden. Küçükler 1 ayda uyum sağladı. Ama büyük çok zorlandı ve çok da haklıydı. Tam ergenliğin ortasında, arkadaşlarından, sosyal ve kültürel çevresinden koparıp almıştık onu. Önce kan kusturdu iki ay, ilişkimiz kopma noktasına geldi. Ne o ne de ben dayanamıyorduk artık. Okulda hiç arkadaş çevresi yoktu, yeni gelen kıza herkes bit tuhaf bakıyordu. Arkasından sürekli söyleniyorlardı. Bir gün tartıştık. Odasına kapandı. Bir süre yalnız bıraktım onu. Sonra kapısını açıp içeri girdim. Neden böyle davranıyorsun dedim. Elbette, Bodrum'a sürüklenmesinin suçlusu olarak beni gördüğünü ve bunun için aslında intikam aldığını kendi kendine bile itiraf edemediği duygularını söyleyemedi. Ama yüzündeki korku, acı ve endişe o kadar anlaşılırdı ki, o anda onu kaybedeceğimi, avuçlarımdan kayıp gideceğini fark ettim. Ona sımsıkı sarıldım ve korkma dedim, her ne olursa olsun ben senin yanındayım. Biz birlikte her şeyi aşarız. Hep yanında olacağım yeter ki sen üzülme. İşe yaradı, aslında tüm ihtiyacı o ana dek bunları duymakmış. O an anladım. Şimdi iyiyiz. Tamamen olmasa da artık beni suçlamıyor. Biliyor ki, onunda bir hayali olsa, o da peşinden gider. Çünkü ben ona, yaşamımızın bu bilincimizle bir kez deneyimlenen bir şey olduğunu, o yüzden, kendi isteklerimiz doğrultusunda mümkün olduğunca tadına vararak yaşamamız lazım geldiğini öğrettim. Dersleri mükemmel, üniversite sınavı için deli gibi çalışıyor. Tek hayali İstanbul'da iyi bir okul kazanmak. İstanbul'da kalsaydık böyle olmayacağından adım gibi eminim. Dersleri bu kadar iyi olmazdı ve sınav için bu kadar hazırlanmazdı. İçinde bu kadar büyük bir hırs olmazdı.
İstanbul'dan ayrılmadan önce, çok yakın bir dostumla konuşurken -gideceğime o kadar üzülmüştü ki-, "sen neden kaçıyorsun" diye bir soru geldi. Yaşadığım hiç birşeyden suçluluk duymuyorum ki kaçayım diye cevapladım sorusunu. O dönemde duygusal olarak epey sıkıntılı bir süreçten geçiyordum. Hayatımın en ince ayrıntısına kadar paylaştığım en yakın dostum aslında kendini gidecek olmama inandıramıyordu. Bu yüzden de gidişim için kaçış demeyi uygun bulmuştu." Git ama sen yapamazsın oralarda, geri gelirsin" gibi cümleleri de ekliyordu konuşmalarımıza. Ben ise o dönemde onun kastettiği gibi duygusal bir kaçış yaşamıyordum ama başka türlü bir kaçışım vardı. Şehirin karmaşasından, gürültüsünden, trafiğinden kaçıyordum. Çocuklarımı Kadıköy ya da Taksim'de kaybetme korkusundan kaçıyordum. Eşimin ve benim ailemin bizim evlenmemize ya da birlikteliğimize karşı gelmesinden kaçıyordum. Tabi bu radikal kararı vermemde eşim en büyük destekti. Eğer ona güvenmesem her anlamda, büyükşehirden çıkmam zor olurdu. Pişmanmıyım, asla değil. Ailemi ya da arkamda bıraktıklarımızı özlüyor muyum? Evet, ama senede 3-4 kez gidip onları görebiliyorum. Annemi zaten kaybettiğim için, aklıma her düştüğünde, her yerde benimle olduğunu biliyorum ve onunla konuşuyorum. Babamı ise Ayvalık'dan buraya getirdim. Hemen 2 ev yanımda yaşıyor. İşte 6 kişilik geniş bir aile olarak yaşamımıza devam ediyoruz. Mutluyum, huzurluyum, sağlığım yerinde sayılır. Elbette zorluklar yaşadık ve yaşıyoruz, daha da yaşayacağız. Ama bunların üstesinden gücümüz yettiğince gelmeye çalışıyoruz. En öenmlisi birbirimize sahibiz. Eşim ve çocuklarım yanımda. Hayattaki en büyük zenginliğin, insanın evindeki huzuru olduğunu biliyorum.
Umarım herkes bir gün benim gibi bir kaçış yaşar ve sonucunda pişman olmaz. Ama dikkat edin yol arkadaşınız güvenilir olsun ve istediğinizde yapabilecek kadar cesaretiniz olsun...
İstanbul'dan ayrılmadan önce, çok yakın bir dostumla konuşurken -gideceğime o kadar üzülmüştü ki-, "sen neden kaçıyorsun" diye bir soru geldi. Yaşadığım hiç birşeyden suçluluk duymuyorum ki kaçayım diye cevapladım sorusunu. O dönemde duygusal olarak epey sıkıntılı bir süreçten geçiyordum. Hayatımın en ince ayrıntısına kadar paylaştığım en yakın dostum aslında kendini gidecek olmama inandıramıyordu. Bu yüzden de gidişim için kaçış demeyi uygun bulmuştu." Git ama sen yapamazsın oralarda, geri gelirsin" gibi cümleleri de ekliyordu konuşmalarımıza. Ben ise o dönemde onun kastettiği gibi duygusal bir kaçış yaşamıyordum ama başka türlü bir kaçışım vardı. Şehirin karmaşasından, gürültüsünden, trafiğinden kaçıyordum. Çocuklarımı Kadıköy ya da Taksim'de kaybetme korkusundan kaçıyordum. Eşimin ve benim ailemin bizim evlenmemize ya da birlikteliğimize karşı gelmesinden kaçıyordum. Tabi bu radikal kararı vermemde eşim en büyük destekti. Eğer ona güvenmesem her anlamda, büyükşehirden çıkmam zor olurdu. Pişmanmıyım, asla değil. Ailemi ya da arkamda bıraktıklarımızı özlüyor muyum? Evet, ama senede 3-4 kez gidip onları görebiliyorum. Annemi zaten kaybettiğim için, aklıma her düştüğünde, her yerde benimle olduğunu biliyorum ve onunla konuşuyorum. Babamı ise Ayvalık'dan buraya getirdim. Hemen 2 ev yanımda yaşıyor. İşte 6 kişilik geniş bir aile olarak yaşamımıza devam ediyoruz. Mutluyum, huzurluyum, sağlığım yerinde sayılır. Elbette zorluklar yaşadık ve yaşıyoruz, daha da yaşayacağız. Ama bunların üstesinden gücümüz yettiğince gelmeye çalışıyoruz. En öenmlisi birbirimize sahibiz. Eşim ve çocuklarım yanımda. Hayattaki en büyük zenginliğin, insanın evindeki huzuru olduğunu biliyorum.
Umarım herkes bir gün benim gibi bir kaçış yaşar ve sonucunda pişman olmaz. Ama dikkat edin yol arkadaşınız güvenilir olsun ve istediğinizde yapabilecek kadar cesaretiniz olsun...
2 Aralık 2011 Cuma
Tek çocuk olmanın dayanılmaz ağırlığı...
Geçenlerde iş yerinden bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Aile köklerimiz nereden, nasıl buralara geldik, Türklük kavramı nedir, kimler esas Türklerdir v.s. diye. Az çok bildiğim kadarıyla, dedem ve anneannem Bulgaristan'dan 1949'lu yıllarda göç etmek zorunda kalmışlar. Mübadele zamanı oradaki Türkler'i Türkiye'ye yollamışlar: Annemler o sırada 5 kız çocuğuymuş. En küçük teyzem 6. çocuk olarak erkek olur beklentisiyle, Türkiye'de hayata gözlerini açmış. Gerek maddi imkansızlıklar, gerekse başka sebeplerden ötürü, dedemin bir türlü çocuk sahibi olamayan kız kardeşine, yani halasına evlatlık verilmiş. Yani annemler toplamda 6 kardeşler. Babama gelince, dedemin babası Midilli'den Ayvalık'a göç etmiş, mübadele yıllarında. Burası epeyce ilginç, ama tam olarak yazmak istemiyorum ki bu başka bir yazıya konu olsun. Baba tarafımdan gelen dedemi ben hiç görmedim, babam liseye giderken genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiş. Babaannem ikinci evliliği imiş. İlk evliliğinden bir erkek evladı varmış. Babaannemle evlendikten sonra da 3 erkek 1 kız evlat sahibi olmuşlar. Yani babamlarda 5 kardeş. Hem annem hem de babam o kadar kalabalık bir ailede büyümüşler ki, muhteşem çocukluk anıları olmuş. Babam hala anlatır, annemse sağlığında anlatırdı.
Gelelim bana, ben böyle kalabalık ailede büyüyen iki kişinin evliliğinden olan tek çocuklarıyım. İlginç değil mi? Nedenini onlara sorduğumda verdikleri cevap hep aynıydı; "Geçim sıkıntımız vardı. Başka çocuk sahibi olmak istemedik". Acaba, savaştan yeni çıkmış bir Türkiye'de, anneannemler ve babaannemler de geçim sıkıntısı yok muydu? Baba tarafımın durumu oldukça iyiymiş, hizmetçiler, bahçıvanlar, bakıcılar... Anne tarafımda Bulgaristan'da yaşarken oldukça iyiymiş. Buraya geldiklerinde hiç bir şeyleri kalmamış. Buna rağmen, 6. çocuğu erkek olur ümidiyle istemişler. Yani ben de hiç bir zaman onlara 5 tane daha kardeşim olsun demedim ki! Çocukluğumda anneme yalvarırdım "Anne ne olur bana bir tane kardeş doğrasana", doğursana diyemezdim. Ama olmadı. Hep tek çocuk olanlara sorulduğunda, kendilerini şanslı görürler. Her şey onlara alınır, her şey onlar için yapılır, hep onların istedikleri olur, hep onlar şımartılır. Ben bunların hiç birini yaşamadım. Babam asker bir aileden geldiği için son derece otoriter bir aile yapımız vardır. Yasaklar, disiplin, kurallar, resmiyet, sizli bizli hitap şekilleri... Beni şımarttılarsa da, ben kesinlikle hatırlamıyorum. Anne baba olarak ellerinden gelenin en fazlasını yaptıklarından eminim, ama şımarmayayım ya da yüz bulmayayım diye, bana hissettirmediler. Hep bir kardeş eksikliği duydum, 44 yaşındayım hala duyuyorum. Okuldan eve geldiğimde, hayali arkadaşlarımla evcilik, prensesçilik, saklambaç falan oynardım. Annem de babam da çalıştığı için evde tek başımaydım çoğu zaman. Tüm sosyal gelişimimi, bu hayali arkadaşlarla tamamladım 7-12 yaş arasında. Okuldan eve gelirdim. Annem çalıştığı için, evimizin anahtarı ve benim bakımım yan komşumuz olan abla ve kardeşe emanetti. Yemeğimi yedirirler, sonra beni kendi evimize geçirip, üzerime kapıyı kitlerlerdi. Öğlen uykusuna yatar, kalkınca da kapı üzerime kitli olduğu için, kapının aralığında o teyzelerin adlarını seslenerek, kapıyı açmalarını sağlardım ki, tekrar onların yanına gideyim ve yalnız kalmadan dersime çalışabileyim, ya da akşam üstü bir bardak çay ve kek yiyebileyim. Bu sahneler hiç aklımdan çıkmaz. Küçücük çocuğum ama babam beni tek başıma bakkala gönderiyor ya da 10 yaşında minibüse binip tek başıma teyzeme gidebiliyorum, fakat evde kalırken kapı üzerime kitleniyor. Kesin yaramazlık yaptığımdan böyle oluyordur, ya kapıyı açıp sokağa çıkıyorumdur, ya eve bir arkadaşımı almak istiyorumdur, onlar da çözümü bu şekilde üretmişlerdir. Ama düşünsenize, o yaşta bir çocuk evi ateşe bile verebilir, yangın bile çıkartabilir. Annem artık bana nasıl bir sorumluluk duygusu verdiyse, ben o yaşlarda, yumurta kırabiliyor, evi süpürebiliyor, makarna haşlayabiliyordum. Ama kapı üzerime kitlenmeliydi!!!
Hayat mücadelesinde, annem ve babam benim için çözümlerini bu şekilde üretmişler. O çocuk aklımla 3-6 yaş arası yuva, sonrasında da yukarıda anlattığım gibi bir çocukluk yaşarken, bunların ileriki yaşamımda beni nasıl etkileyeceği konusunda en ufacık bir fikrim dahi yoktu. Annem 3 yaşına kadar bana kendisi bakmıştı. Sonra yeni bir ev alıp, borçlanınca, annem ev bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaya başlamıştı.Beni de yuvaya vermişlerdi. Hani şu kapıdan içeri girdiğinizde ağır ve kesif bir yemek kokusu gelir ya burnunuza, işte çocukluğumun 2,5-3 yılı o yuvalarda geçti. Bu bilinç altında nasıl yer ettiyse, yıllar sonra , kendi çocuklarımı yuvaya vermek istediğimde, o kokuyu duyduğumda, o yuvadan arkama bile bakmadan çıkmışımdır. Küçük yaşta annemden zorunlu olarak ayrılmanın sonucu o dönemlerim en meşhur pedagoglarına götürülmeye kadar dayanmış. Huysuz, çabuk sinirlenen, agresif bir çocukmuşum. Pedagog, anneme siz çalıştığınız için yapıyor tüm bunları demiş, çıkın işten çocuğunuz ile ilgilenin demiş. Ama olmamış, geçim sıkıntısı, senet borcu, ödemeler v.s. çalışmak zorundaymış annem...
Daha sonraları, anneannem bana kıyamayınca, anneme resti çekip beni yanına almıştı. Hafta içi anneannemde kalıyordum, annem Cuma akşamı iş çıkışı beni gelip anneannemden alıyor, Pazar akşamında tekrar bırakıyordu. Cuma akşamları annemin kokusunu daha yolun başından alır, huysuzlanmaya başlardım. O kadar özlüyordum ki annemi, hafta içi gayet iyi olan huyum, o geleceği zaman tamamen değişiyordu. Bütün haftanın yorgunluğu üzerinde olan annemin ise, bana ilgi gösterecek hali olmuyordu. Eve vardığımızda yemek telaşına düşüyor, yemekten sonra koltuğa çöküp kalıyordu. Ben ise etrafında pervane oluyor, benimle ilgilenmesi için kucağına yatıyor, anne sırtımı kaşısana, saçımı okşana diyerek, onun yorgunluğuna daha da yorgunluk katıyordum. O çoğu zaman şimdi olmaz çok yorgunum diyerek beni geçiştiriyordu. Bütün çocukluğum, anneme özlemle geçti. Ergenliğim ise bu özlemin intikamını almakla....!!!
Ben çocuk sahibi olduğumda, mümkün olduğunca çocuklarımın yanındaydım. Onlar bunu farkındalar mı bilmiyorum ama, elimden geleni yaptığımı düşünüyorum. Sanırım annemde aynı şeyi, o dönemlerde düşünüyordu. Ama işte bana yetmedi. Hele de tek çocuk iken, bu kadar az ilgi odağı olduğumu düşündürten sadece annemin davranışları mıydı? Elbette hayır. Babam otoritenin merkezi olduğu için, ilgisini ve sevgisini hiç belli etmezdi. Beni uyurken severdi. O dönemlerde beni ne kadar sevdiğini asla bilmezdim. Ne annemim ağzından ne de babamın ağzından "seni seviyorum" çıkmazdı. Davranışlar yeterdi, sözlere gerek yoktu onlara göre. Ama ben üstüme alınan mont, ayağıma alınan bot ile sevgilerine değer biçemiyordum ki! Sevilmeğe ve bunu duymaya ihtiyacım vardı. Belki de o yüzdendir çocuklarıma onları sevdiğimi çok söylerim. Yine belki o yüzdendir hayat arkadaşıma beni seviyor musun, ya da ne kadar seviyorsun diye çok sık sormam.
Ne üstümde, ne başımda, ne de soframda, hiç bir şeyin eksikliğini duymadım, bana hissettirmedi annem ve babam. Ama keşke biraz daha az eksik olsaydı bunlar da, sevgileri biraz daha çok olsaydı diye düşündüğüm zaman çok oldu.
Tek çocuk olmanın ağırlığını hayatımın her yerinde yaşadım. Derdimi, tasamı, üzüntümü, sıkıntımı, sevincimi, ilk aşkımı, boşanmamı, evlenmemi, daha pek çok şeyi kardeşimle ya da abim/ablamla paylaşamamanın sıkıntısı hayatımın hiç bir yerinde peşimi bırakmadı. Hep abi yerine birilerini koydum, olmadı. Kardeşim diye bir başkasını benimsedim yine olmadı. Teyze çocuklarım hep kardeşlerim, abilerim, ablalarımdı. Ama,, asla gerçeği gibi olamadık. Hep özendim, hep istedim ama olmadı olamadı. O yüzden en kötüsü de olsa kardeş olmak çok başka bir şey. Benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın diye 2 evlat sahibi oldum. Yaşım genç olsaydı bir üçüncüyü de doğururdum. Ama hem yaşım hem de gücüm ve cesaretim yetmedi.
Bütün bu sebeplerden ötürü, her tek çocuğu olan arkadaşıma önerim, muhakkak ikincisini doğurmaları yönünde olur. Hem kendileri uğraşmasın, hem de çocukları yalnız kalmasın diye. En büyük sıkıntıyı annemin hastalığında yaşadım. Annem ALS hastalığına yakalandı 2008 yılında. Hastalığın teşhisinden 3,5 ay sonra fenalaştı ve yoğun bakıma kaldırıldı. Tam 128 gün boyunca bilinci açık, ama hareket kabiliyeti olmadan, solunum makinesine bağlı olarak ve hemen hemen her gün önce servise çıkacağı, sonra da evine gideceği günün o gün olduğunun hayalini kurarak geçirdiği tam 128 günün sonunda onu kaybettim. O günlerde kendini iyi hissettiğinde bana yalvarırdı, eve çıkar beni diye. Tam olarak hastalığının bilincinde değildi. Evde bakıma ihtiyacı olduğunun, tuvalete bile gidemeceğinin, ömrünün daha kısalacağının farkında değildi. Belki de farkındaydı da son nefesini çok sevdiği evinde vermek istiyordu. Bilemiyorum. Defalarca çıkarmaya niyetlendim, şimdiki eşim sağlık fuarlarına kadar giderek, hangi solunum makinesinin onun için daha iyi olduğuna bile bakmıştı. Akrabaların çoğu eve çıkarmamam gerektiğini, bakımının zor olacağını ve uzun yaşatamayacığımı, etin ağır olduğunu söylüyorlardı. Haklıydılar. Ama biz onun ne kadar yaşayacağını biliyormuyduk ki! Trektomi yapıldığı için konuşamadığından, her gün yanına giren, bir defter ve kalem götürüyordu. Her 3 gün de bir yazdığı doktorla konuşun ve beni çıkarın buradan oluyordu. Akrabalarımızda artık son zamanlara doğru, kararı bana bırakıp yorum yapmamaya başlamışlardı. İşte o anda ben tek başımaydım, kocaman tek, büsbüyük tek... Ne teyze çocukları, ne eşim, ne de bir başkası bu kararda sorumluluk alamazlardı. Kötü bir şey olursa kimse bunun vicdan azabını yüklenemezdi. Ben de dahil olmak üzere. Tam annemi çıkarmaya karar verdik ve solunum makinesi ayarladık, o gün doktoru artık çıkaramasınız evde bakamazsınız durum ciddi dedi. Eşimi aradım, tam makineyi almak üzereyken durdurdum. Annem o şekilde yaklaşık 1 ay kadar daha yaşam mücadelesine devam etti. Her gün ben 5 dakika yanına girmeye çalışıyordum. Arada da teyzelerim giriyordu. Durumu ağırlaşınca, son günlerinin yaklaştığını anladığımda, 2 gün üst üste kimseyi sokmadım yanına. Hep ben girdim. Bilinci kapalıydı, sadece zorlukla nefes alıyordu. Ölümünden bir gün önce, elini tuttum anneciğim ben geldim dedim. Gözlerini açtı, umutsuzluk ve acı içinde, işaretlerle eve gitmek istediğini söylemeğe çalıştı, bütün gücünü toparlayarak. "Götüremem doktorlar izin vermiyor" dedim. "Sen götürmezsen, o zaman ben bu gece kendim bu dünyadan gidiyorum" gibilerinden bir şeyler söylemeye çalıştı. "Seni seviyorum" dedim, iki damla yaş aktı gözlerinden, bende elini sıkıp akıttım yaşlarımı. Ertesi gün artık iyice ağırlaşmıştı ve ben onu ziyarete gitmeden ölüm haberi bana geldi. Onu eve çıkartamadığım için pişmanmıyım şu anda bilmiyorum. Ben olsaydım 128 gün orada olmak istermiydim, cevabım kesinlikle hayır. Ama kendi evimde ya da kızımın evinde 30 gün yaşamayı, 128 gün yaşamaya tercih ederdim herhalde. Biz aslında kendimizi onu her gün görmekten mahrum bırakmamak ve vicdan azabı duymamak için onu hastaneden çıkartmadık. Bunu bencilce yaptık, onu düşünmedik. Gerçekte ise altında yatan tamamen onu çok sevme ve onu daha fazla hayatta tutma çabamızdan kaynaklanıyordu. Keşke demiyorum, çünkü o 128 günün çoğunda ona yemek yedirdim, suyunu içirdim, kah güldük, kah ağladık, 2 defter tükettik yazarak. Hala okurken ağlarım. Belki de hayatımızın hiç bir yerinde yakalayamadığımız anne kız ilişkisini o 128 günde yaşadık. Ben onu çok sevdim onun da beni çok sevdiğini hep bildim. Keşke babamın karşısına dikilip hayır ben bir çocuk daha istiyorum diyebilseydi. İşte ben ona bu yüzden kızgınım. Her şeyi benim omuzlarıma yükledi, kendi ile ilgili olan kararları bile tek başıma vermek zorunda kaldım. Her şeyi tek başıma göğüsledim. Kimse benim hissettiklerimi hissetmedi. Herkes üzüntümü paylaştı ama, asla benim gibi hissedemedi.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı çocuğunuzun ileride sizi suçlamaması için ve en önemlisi onu zorlu kararlar almakta tek bırakmamak için asla tek değil, en az iki çocuk sahibi olunuz. Hayatı boyunca tek çocuğunuza benim yaşadıklarımı hissetirmeyiniz. Kardeşlik bambaşka bir duygu, kardeşi olmayanın asla anlayamayacağı bir duygu...
Gelelim bana, ben böyle kalabalık ailede büyüyen iki kişinin evliliğinden olan tek çocuklarıyım. İlginç değil mi? Nedenini onlara sorduğumda verdikleri cevap hep aynıydı; "Geçim sıkıntımız vardı. Başka çocuk sahibi olmak istemedik". Acaba, savaştan yeni çıkmış bir Türkiye'de, anneannemler ve babaannemler de geçim sıkıntısı yok muydu? Baba tarafımın durumu oldukça iyiymiş, hizmetçiler, bahçıvanlar, bakıcılar... Anne tarafımda Bulgaristan'da yaşarken oldukça iyiymiş. Buraya geldiklerinde hiç bir şeyleri kalmamış. Buna rağmen, 6. çocuğu erkek olur ümidiyle istemişler. Yani ben de hiç bir zaman onlara 5 tane daha kardeşim olsun demedim ki! Çocukluğumda anneme yalvarırdım "Anne ne olur bana bir tane kardeş doğrasana", doğursana diyemezdim. Ama olmadı. Hep tek çocuk olanlara sorulduğunda, kendilerini şanslı görürler. Her şey onlara alınır, her şey onlar için yapılır, hep onların istedikleri olur, hep onlar şımartılır. Ben bunların hiç birini yaşamadım. Babam asker bir aileden geldiği için son derece otoriter bir aile yapımız vardır. Yasaklar, disiplin, kurallar, resmiyet, sizli bizli hitap şekilleri... Beni şımarttılarsa da, ben kesinlikle hatırlamıyorum. Anne baba olarak ellerinden gelenin en fazlasını yaptıklarından eminim, ama şımarmayayım ya da yüz bulmayayım diye, bana hissettirmediler. Hep bir kardeş eksikliği duydum, 44 yaşındayım hala duyuyorum. Okuldan eve geldiğimde, hayali arkadaşlarımla evcilik, prensesçilik, saklambaç falan oynardım. Annem de babam da çalıştığı için evde tek başımaydım çoğu zaman. Tüm sosyal gelişimimi, bu hayali arkadaşlarla tamamladım 7-12 yaş arasında. Okuldan eve gelirdim. Annem çalıştığı için, evimizin anahtarı ve benim bakımım yan komşumuz olan abla ve kardeşe emanetti. Yemeğimi yedirirler, sonra beni kendi evimize geçirip, üzerime kapıyı kitlerlerdi. Öğlen uykusuna yatar, kalkınca da kapı üzerime kitli olduğu için, kapının aralığında o teyzelerin adlarını seslenerek, kapıyı açmalarını sağlardım ki, tekrar onların yanına gideyim ve yalnız kalmadan dersime çalışabileyim, ya da akşam üstü bir bardak çay ve kek yiyebileyim. Bu sahneler hiç aklımdan çıkmaz. Küçücük çocuğum ama babam beni tek başıma bakkala gönderiyor ya da 10 yaşında minibüse binip tek başıma teyzeme gidebiliyorum, fakat evde kalırken kapı üzerime kitleniyor. Kesin yaramazlık yaptığımdan böyle oluyordur, ya kapıyı açıp sokağa çıkıyorumdur, ya eve bir arkadaşımı almak istiyorumdur, onlar da çözümü bu şekilde üretmişlerdir. Ama düşünsenize, o yaşta bir çocuk evi ateşe bile verebilir, yangın bile çıkartabilir. Annem artık bana nasıl bir sorumluluk duygusu verdiyse, ben o yaşlarda, yumurta kırabiliyor, evi süpürebiliyor, makarna haşlayabiliyordum. Ama kapı üzerime kitlenmeliydi!!!
Hayat mücadelesinde, annem ve babam benim için çözümlerini bu şekilde üretmişler. O çocuk aklımla 3-6 yaş arası yuva, sonrasında da yukarıda anlattığım gibi bir çocukluk yaşarken, bunların ileriki yaşamımda beni nasıl etkileyeceği konusunda en ufacık bir fikrim dahi yoktu. Annem 3 yaşına kadar bana kendisi bakmıştı. Sonra yeni bir ev alıp, borçlanınca, annem ev bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaya başlamıştı.Beni de yuvaya vermişlerdi. Hani şu kapıdan içeri girdiğinizde ağır ve kesif bir yemek kokusu gelir ya burnunuza, işte çocukluğumun 2,5-3 yılı o yuvalarda geçti. Bu bilinç altında nasıl yer ettiyse, yıllar sonra , kendi çocuklarımı yuvaya vermek istediğimde, o kokuyu duyduğumda, o yuvadan arkama bile bakmadan çıkmışımdır. Küçük yaşta annemden zorunlu olarak ayrılmanın sonucu o dönemlerim en meşhur pedagoglarına götürülmeye kadar dayanmış. Huysuz, çabuk sinirlenen, agresif bir çocukmuşum. Pedagog, anneme siz çalıştığınız için yapıyor tüm bunları demiş, çıkın işten çocuğunuz ile ilgilenin demiş. Ama olmamış, geçim sıkıntısı, senet borcu, ödemeler v.s. çalışmak zorundaymış annem...
Daha sonraları, anneannem bana kıyamayınca, anneme resti çekip beni yanına almıştı. Hafta içi anneannemde kalıyordum, annem Cuma akşamı iş çıkışı beni gelip anneannemden alıyor, Pazar akşamında tekrar bırakıyordu. Cuma akşamları annemin kokusunu daha yolun başından alır, huysuzlanmaya başlardım. O kadar özlüyordum ki annemi, hafta içi gayet iyi olan huyum, o geleceği zaman tamamen değişiyordu. Bütün haftanın yorgunluğu üzerinde olan annemin ise, bana ilgi gösterecek hali olmuyordu. Eve vardığımızda yemek telaşına düşüyor, yemekten sonra koltuğa çöküp kalıyordu. Ben ise etrafında pervane oluyor, benimle ilgilenmesi için kucağına yatıyor, anne sırtımı kaşısana, saçımı okşana diyerek, onun yorgunluğuna daha da yorgunluk katıyordum. O çoğu zaman şimdi olmaz çok yorgunum diyerek beni geçiştiriyordu. Bütün çocukluğum, anneme özlemle geçti. Ergenliğim ise bu özlemin intikamını almakla....!!!
Ben çocuk sahibi olduğumda, mümkün olduğunca çocuklarımın yanındaydım. Onlar bunu farkındalar mı bilmiyorum ama, elimden geleni yaptığımı düşünüyorum. Sanırım annemde aynı şeyi, o dönemlerde düşünüyordu. Ama işte bana yetmedi. Hele de tek çocuk iken, bu kadar az ilgi odağı olduğumu düşündürten sadece annemin davranışları mıydı? Elbette hayır. Babam otoritenin merkezi olduğu için, ilgisini ve sevgisini hiç belli etmezdi. Beni uyurken severdi. O dönemlerde beni ne kadar sevdiğini asla bilmezdim. Ne annemim ağzından ne de babamın ağzından "seni seviyorum" çıkmazdı. Davranışlar yeterdi, sözlere gerek yoktu onlara göre. Ama ben üstüme alınan mont, ayağıma alınan bot ile sevgilerine değer biçemiyordum ki! Sevilmeğe ve bunu duymaya ihtiyacım vardı. Belki de o yüzdendir çocuklarıma onları sevdiğimi çok söylerim. Yine belki o yüzdendir hayat arkadaşıma beni seviyor musun, ya da ne kadar seviyorsun diye çok sık sormam.
Ne üstümde, ne başımda, ne de soframda, hiç bir şeyin eksikliğini duymadım, bana hissettirmedi annem ve babam. Ama keşke biraz daha az eksik olsaydı bunlar da, sevgileri biraz daha çok olsaydı diye düşündüğüm zaman çok oldu.
Tek çocuk olmanın ağırlığını hayatımın her yerinde yaşadım. Derdimi, tasamı, üzüntümü, sıkıntımı, sevincimi, ilk aşkımı, boşanmamı, evlenmemi, daha pek çok şeyi kardeşimle ya da abim/ablamla paylaşamamanın sıkıntısı hayatımın hiç bir yerinde peşimi bırakmadı. Hep abi yerine birilerini koydum, olmadı. Kardeşim diye bir başkasını benimsedim yine olmadı. Teyze çocuklarım hep kardeşlerim, abilerim, ablalarımdı. Ama,, asla gerçeği gibi olamadık. Hep özendim, hep istedim ama olmadı olamadı. O yüzden en kötüsü de olsa kardeş olmak çok başka bir şey. Benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın diye 2 evlat sahibi oldum. Yaşım genç olsaydı bir üçüncüyü de doğururdum. Ama hem yaşım hem de gücüm ve cesaretim yetmedi.
Bütün bu sebeplerden ötürü, her tek çocuğu olan arkadaşıma önerim, muhakkak ikincisini doğurmaları yönünde olur. Hem kendileri uğraşmasın, hem de çocukları yalnız kalmasın diye. En büyük sıkıntıyı annemin hastalığında yaşadım. Annem ALS hastalığına yakalandı 2008 yılında. Hastalığın teşhisinden 3,5 ay sonra fenalaştı ve yoğun bakıma kaldırıldı. Tam 128 gün boyunca bilinci açık, ama hareket kabiliyeti olmadan, solunum makinesine bağlı olarak ve hemen hemen her gün önce servise çıkacağı, sonra da evine gideceği günün o gün olduğunun hayalini kurarak geçirdiği tam 128 günün sonunda onu kaybettim. O günlerde kendini iyi hissettiğinde bana yalvarırdı, eve çıkar beni diye. Tam olarak hastalığının bilincinde değildi. Evde bakıma ihtiyacı olduğunun, tuvalete bile gidemeceğinin, ömrünün daha kısalacağının farkında değildi. Belki de farkındaydı da son nefesini çok sevdiği evinde vermek istiyordu. Bilemiyorum. Defalarca çıkarmaya niyetlendim, şimdiki eşim sağlık fuarlarına kadar giderek, hangi solunum makinesinin onun için daha iyi olduğuna bile bakmıştı. Akrabaların çoğu eve çıkarmamam gerektiğini, bakımının zor olacağını ve uzun yaşatamayacığımı, etin ağır olduğunu söylüyorlardı. Haklıydılar. Ama biz onun ne kadar yaşayacağını biliyormuyduk ki! Trektomi yapıldığı için konuşamadığından, her gün yanına giren, bir defter ve kalem götürüyordu. Her 3 gün de bir yazdığı doktorla konuşun ve beni çıkarın buradan oluyordu. Akrabalarımızda artık son zamanlara doğru, kararı bana bırakıp yorum yapmamaya başlamışlardı. İşte o anda ben tek başımaydım, kocaman tek, büsbüyük tek... Ne teyze çocukları, ne eşim, ne de bir başkası bu kararda sorumluluk alamazlardı. Kötü bir şey olursa kimse bunun vicdan azabını yüklenemezdi. Ben de dahil olmak üzere. Tam annemi çıkarmaya karar verdik ve solunum makinesi ayarladık, o gün doktoru artık çıkaramasınız evde bakamazsınız durum ciddi dedi. Eşimi aradım, tam makineyi almak üzereyken durdurdum. Annem o şekilde yaklaşık 1 ay kadar daha yaşam mücadelesine devam etti. Her gün ben 5 dakika yanına girmeye çalışıyordum. Arada da teyzelerim giriyordu. Durumu ağırlaşınca, son günlerinin yaklaştığını anladığımda, 2 gün üst üste kimseyi sokmadım yanına. Hep ben girdim. Bilinci kapalıydı, sadece zorlukla nefes alıyordu. Ölümünden bir gün önce, elini tuttum anneciğim ben geldim dedim. Gözlerini açtı, umutsuzluk ve acı içinde, işaretlerle eve gitmek istediğini söylemeğe çalıştı, bütün gücünü toparlayarak. "Götüremem doktorlar izin vermiyor" dedim. "Sen götürmezsen, o zaman ben bu gece kendim bu dünyadan gidiyorum" gibilerinden bir şeyler söylemeye çalıştı. "Seni seviyorum" dedim, iki damla yaş aktı gözlerinden, bende elini sıkıp akıttım yaşlarımı. Ertesi gün artık iyice ağırlaşmıştı ve ben onu ziyarete gitmeden ölüm haberi bana geldi. Onu eve çıkartamadığım için pişmanmıyım şu anda bilmiyorum. Ben olsaydım 128 gün orada olmak istermiydim, cevabım kesinlikle hayır. Ama kendi evimde ya da kızımın evinde 30 gün yaşamayı, 128 gün yaşamaya tercih ederdim herhalde. Biz aslında kendimizi onu her gün görmekten mahrum bırakmamak ve vicdan azabı duymamak için onu hastaneden çıkartmadık. Bunu bencilce yaptık, onu düşünmedik. Gerçekte ise altında yatan tamamen onu çok sevme ve onu daha fazla hayatta tutma çabamızdan kaynaklanıyordu. Keşke demiyorum, çünkü o 128 günün çoğunda ona yemek yedirdim, suyunu içirdim, kah güldük, kah ağladık, 2 defter tükettik yazarak. Hala okurken ağlarım. Belki de hayatımızın hiç bir yerinde yakalayamadığımız anne kız ilişkisini o 128 günde yaşadık. Ben onu çok sevdim onun da beni çok sevdiğini hep bildim. Keşke babamın karşısına dikilip hayır ben bir çocuk daha istiyorum diyebilseydi. İşte ben ona bu yüzden kızgınım. Her şeyi benim omuzlarıma yükledi, kendi ile ilgili olan kararları bile tek başıma vermek zorunda kaldım. Her şeyi tek başıma göğüsledim. Kimse benim hissettiklerimi hissetmedi. Herkes üzüntümü paylaştı ama, asla benim gibi hissedemedi.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı çocuğunuzun ileride sizi suçlamaması için ve en önemlisi onu zorlu kararlar almakta tek bırakmamak için asla tek değil, en az iki çocuk sahibi olunuz. Hayatı boyunca tek çocuğunuza benim yaşadıklarımı hissetirmeyiniz. Kardeşlik bambaşka bir duygu, kardeşi olmayanın asla anlayamayacağı bir duygu...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)