Sayfalar

2 Aralık 2011 Cuma

Tek çocuk olmanın dayanılmaz ağırlığı...

Geçenlerde iş yerinden bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Aile köklerimiz nereden, nasıl buralara geldik, Türklük kavramı nedir, kimler esas Türklerdir v.s. diye. Az çok bildiğim kadarıyla, dedem ve anneannem Bulgaristan'dan 1949'lu yıllarda göç etmek zorunda kalmışlar. Mübadele zamanı oradaki Türkler'i Türkiye'ye yollamışlar: Annemler o sırada 5 kız çocuğuymuş. En küçük teyzem 6. çocuk olarak erkek olur beklentisiyle, Türkiye'de hayata gözlerini açmış. Gerek maddi imkansızlıklar, gerekse başka sebeplerden ötürü, dedemin bir türlü çocuk sahibi olamayan kız kardeşine, yani halasına evlatlık verilmiş. Yani annemler toplamda 6 kardeşler. Babama gelince, dedemin babası Midilli'den Ayvalık'a göç etmiş, mübadele yıllarında. Burası epeyce ilginç, ama tam olarak yazmak istemiyorum ki bu başka bir yazıya konu olsun. Baba tarafımdan gelen dedemi ben hiç görmedim, babam liseye giderken genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiş. Babaannem ikinci evliliği imiş. İlk evliliğinden bir erkek evladı varmış. Babaannemle evlendikten sonra da 3 erkek 1 kız evlat sahibi olmuşlar. Yani babamlarda 5 kardeş. Hem annem hem de babam o kadar kalabalık bir ailede büyümüşler ki, muhteşem çocukluk anıları olmuş. Babam hala anlatır, annemse sağlığında anlatırdı.

Gelelim bana, ben böyle kalabalık ailede büyüyen iki kişinin evliliğinden olan tek çocuklarıyım. İlginç değil mi? Nedenini onlara sorduğumda verdikleri cevap hep aynıydı; "Geçim sıkıntımız vardı. Başka çocuk sahibi olmak istemedik". Acaba, savaştan yeni çıkmış bir Türkiye'de, anneannemler ve babaannemler de geçim sıkıntısı yok muydu? Baba tarafımın durumu oldukça iyiymiş, hizmetçiler, bahçıvanlar, bakıcılar... Anne tarafımda Bulgaristan'da yaşarken oldukça iyiymiş. Buraya geldiklerinde hiç bir şeyleri kalmamış. Buna rağmen, 6. çocuğu erkek olur ümidiyle istemişler. Yani ben de hiç bir zaman onlara 5 tane daha kardeşim olsun demedim ki! Çocukluğumda anneme yalvarırdım "Anne ne olur bana bir tane kardeş doğrasana", doğursana diyemezdim. Ama olmadı. Hep tek çocuk olanlara sorulduğunda, kendilerini şanslı görürler. Her şey onlara alınır, her şey onlar için yapılır, hep onların istedikleri olur, hep onlar şımartılır. Ben bunların hiç birini yaşamadım. Babam asker bir aileden geldiği için son derece otoriter bir aile yapımız vardır. Yasaklar, disiplin, kurallar, resmiyet, sizli bizli hitap şekilleri... Beni şımarttılarsa da, ben kesinlikle hatırlamıyorum. Anne baba olarak ellerinden gelenin en fazlasını yaptıklarından eminim, ama şımarmayayım ya da yüz bulmayayım diye, bana hissettirmediler. Hep bir kardeş eksikliği duydum, 44 yaşındayım hala duyuyorum. Okuldan eve geldiğimde, hayali arkadaşlarımla evcilik, prensesçilik, saklambaç falan oynardım. Annem de babam da çalıştığı için evde tek başımaydım çoğu zaman. Tüm sosyal gelişimimi, bu hayali arkadaşlarla tamamladım 7-12 yaş arasında. Okuldan eve gelirdim. Annem çalıştığı için, evimizin anahtarı  ve benim bakımım yan komşumuz olan abla ve kardeşe emanetti. Yemeğimi yedirirler, sonra beni kendi evimize geçirip, üzerime kapıyı kitlerlerdi. Öğlen uykusuna yatar, kalkınca da kapı üzerime kitli olduğu için, kapının aralığında o teyzelerin adlarını seslenerek, kapıyı açmalarını sağlardım ki, tekrar onların yanına gideyim ve yalnız kalmadan dersime çalışabileyim, ya da akşam üstü bir bardak çay ve kek yiyebileyim. Bu sahneler hiç aklımdan çıkmaz. Küçücük çocuğum ama babam beni tek başıma bakkala gönderiyor ya da 10 yaşında minibüse binip tek başıma teyzeme gidebiliyorum, fakat evde kalırken kapı üzerime kitleniyor. Kesin yaramazlık yaptığımdan böyle oluyordur, ya kapıyı açıp sokağa çıkıyorumdur, ya eve bir arkadaşımı almak istiyorumdur, onlar da çözümü bu şekilde üretmişlerdir. Ama düşünsenize, o yaşta bir çocuk evi ateşe bile verebilir, yangın bile çıkartabilir. Annem artık bana nasıl bir sorumluluk duygusu verdiyse, ben o yaşlarda, yumurta kırabiliyor, evi süpürebiliyor, makarna haşlayabiliyordum. Ama kapı üzerime kitlenmeliydi!!!

Hayat mücadelesinde, annem ve babam benim için çözümlerini bu şekilde üretmişler. O çocuk aklımla 3-6 yaş arası yuva, sonrasında da yukarıda anlattığım gibi bir çocukluk yaşarken, bunların ileriki yaşamımda beni nasıl etkileyeceği konusunda en ufacık bir fikrim dahi yoktu. Annem 3 yaşına kadar bana kendisi bakmıştı. Sonra yeni bir ev alıp, borçlanınca, annem ev bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaya başlamıştı.Beni de yuvaya vermişlerdi. Hani şu kapıdan içeri girdiğinizde ağır ve kesif bir yemek kokusu gelir ya burnunuza, işte çocukluğumun 2,5-3 yılı o yuvalarda geçti. Bu bilinç altında nasıl yer ettiyse, yıllar sonra , kendi çocuklarımı yuvaya vermek istediğimde, o kokuyu duyduğumda, o yuvadan arkama bile bakmadan çıkmışımdır. Küçük yaşta annemden zorunlu olarak ayrılmanın sonucu  o dönemlerim en meşhur pedagoglarına götürülmeye kadar dayanmış. Huysuz, çabuk sinirlenen, agresif bir çocukmuşum. Pedagog, anneme siz çalıştığınız için yapıyor tüm bunları demiş, çıkın işten çocuğunuz ile ilgilenin demiş. Ama olmamış, geçim sıkıntısı, senet borcu, ödemeler v.s. çalışmak zorundaymış annem...

Daha sonraları, anneannem bana kıyamayınca, anneme resti çekip beni yanına almıştı. Hafta içi anneannemde kalıyordum, annem Cuma akşamı iş çıkışı beni gelip anneannemden alıyor, Pazar akşamında tekrar bırakıyordu. Cuma akşamları annemin kokusunu daha yolun başından alır, huysuzlanmaya başlardım. O kadar özlüyordum ki annemi, hafta içi gayet iyi olan huyum, o geleceği zaman tamamen değişiyordu. Bütün haftanın yorgunluğu üzerinde olan annemin ise, bana ilgi gösterecek hali olmuyordu. Eve vardığımızda yemek telaşına düşüyor, yemekten sonra koltuğa çöküp kalıyordu. Ben ise etrafında pervane oluyor, benimle ilgilenmesi için kucağına yatıyor, anne sırtımı kaşısana, saçımı okşana diyerek, onun yorgunluğuna daha da yorgunluk katıyordum. O çoğu zaman şimdi olmaz çok yorgunum diyerek beni geçiştiriyordu. Bütün çocukluğum, anneme özlemle geçti. Ergenliğim ise bu özlemin intikamını almakla....!!!

Ben çocuk sahibi olduğumda, mümkün olduğunca çocuklarımın yanındaydım. Onlar bunu farkındalar mı bilmiyorum ama, elimden geleni yaptığımı düşünüyorum. Sanırım annemde aynı şeyi, o dönemlerde düşünüyordu. Ama işte bana yetmedi. Hele de tek çocuk iken, bu kadar az ilgi odağı olduğumu düşündürten sadece annemin davranışları mıydı? Elbette hayır. Babam otoritenin merkezi olduğu için, ilgisini ve sevgisini hiç belli etmezdi. Beni uyurken severdi. O dönemlerde beni ne kadar sevdiğini asla bilmezdim. Ne annemim ağzından ne de babamın ağzından "seni seviyorum" çıkmazdı. Davranışlar yeterdi, sözlere gerek yoktu onlara göre. Ama ben üstüme alınan mont, ayağıma alınan bot ile sevgilerine değer biçemiyordum ki! Sevilmeğe ve bunu duymaya ihtiyacım vardı. Belki de o yüzdendir çocuklarıma  onları sevdiğimi çok söylerim. Yine belki o yüzdendir hayat arkadaşıma beni seviyor musun, ya da ne kadar seviyorsun diye çok sık sormam.

Ne üstümde, ne başımda, ne de soframda, hiç bir şeyin eksikliğini duymadım, bana hissettirmedi annem ve babam. Ama keşke biraz daha az eksik olsaydı bunlar da, sevgileri biraz daha çok olsaydı diye düşündüğüm zaman çok oldu.

Tek çocuk olmanın ağırlığını hayatımın her yerinde yaşadım. Derdimi, tasamı, üzüntümü, sıkıntımı, sevincimi, ilk aşkımı, boşanmamı, evlenmemi, daha pek çok şeyi kardeşimle ya da abim/ablamla paylaşamamanın sıkıntısı hayatımın hiç bir yerinde peşimi bırakmadı. Hep abi yerine birilerini koydum, olmadı. Kardeşim diye bir başkasını benimsedim yine olmadı. Teyze çocuklarım hep kardeşlerim, abilerim, ablalarımdı. Ama,, asla gerçeği gibi olamadık. Hep özendim, hep istedim ama olmadı olamadı. O yüzden en kötüsü de olsa kardeş olmak çok başka bir şey. Benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın diye 2 evlat sahibi oldum. Yaşım genç olsaydı bir üçüncüyü de doğururdum. Ama hem yaşım hem de gücüm ve cesaretim yetmedi.

Bütün bu sebeplerden ötürü, her tek çocuğu olan arkadaşıma önerim, muhakkak ikincisini doğurmaları yönünde olur. Hem kendileri uğraşmasın, hem de çocukları yalnız kalmasın diye. En büyük sıkıntıyı annemin hastalığında yaşadım. Annem ALS hastalığına yakalandı 2008 yılında. Hastalığın teşhisinden 3,5 ay sonra fenalaştı ve yoğun bakıma kaldırıldı. Tam 128 gün boyunca bilinci açık, ama hareket kabiliyeti olmadan, solunum makinesine bağlı olarak ve hemen hemen her gün önce servise çıkacağı, sonra da evine gideceği günün o gün olduğunun hayalini kurarak geçirdiği tam 128 günün sonunda onu kaybettim. O günlerde kendini iyi hissettiğinde bana yalvarırdı, eve çıkar beni diye. Tam olarak hastalığının bilincinde değildi. Evde bakıma ihtiyacı olduğunun, tuvalete bile gidemeceğinin, ömrünün daha kısalacağının farkında değildi. Belki de farkındaydı da son nefesini çok sevdiği evinde vermek istiyordu. Bilemiyorum. Defalarca çıkarmaya niyetlendim, şimdiki eşim sağlık fuarlarına kadar giderek, hangi solunum makinesinin onun için daha iyi olduğuna bile bakmıştı. Akrabaların çoğu eve çıkarmamam gerektiğini, bakımının zor olacağını ve uzun yaşatamayacığımı, etin ağır olduğunu söylüyorlardı. Haklıydılar. Ama biz onun ne kadar yaşayacağını biliyormuyduk ki! Trektomi yapıldığı için konuşamadığından, her gün yanına giren, bir defter ve kalem götürüyordu. Her 3 gün de bir yazdığı doktorla konuşun ve beni çıkarın buradan oluyordu. Akrabalarımızda artık son zamanlara doğru, kararı bana bırakıp yorum yapmamaya başlamışlardı. İşte o anda ben tek başımaydım, kocaman tek, büsbüyük tek... Ne teyze çocukları, ne eşim, ne de bir başkası bu kararda sorumluluk alamazlardı. Kötü bir şey olursa kimse bunun vicdan azabını yüklenemezdi. Ben de dahil olmak üzere. Tam annemi çıkarmaya karar verdik ve solunum makinesi ayarladık, o gün doktoru artık çıkaramasınız evde bakamazsınız durum ciddi dedi. Eşimi aradım, tam makineyi almak üzereyken durdurdum. Annem o şekilde yaklaşık 1 ay kadar daha yaşam mücadelesine devam etti. Her gün ben 5 dakika yanına girmeye çalışıyordum. Arada da teyzelerim giriyordu. Durumu ağırlaşınca, son günlerinin yaklaştığını anladığımda, 2 gün üst üste kimseyi sokmadım yanına. Hep ben girdim. Bilinci kapalıydı, sadece zorlukla nefes alıyordu. Ölümünden bir gün önce, elini tuttum anneciğim ben geldim dedim. Gözlerini açtı, umutsuzluk ve acı içinde, işaretlerle eve gitmek istediğini söylemeğe çalıştı, bütün gücünü toparlayarak. "Götüremem doktorlar izin vermiyor" dedim. "Sen götürmezsen, o zaman ben bu gece kendim bu dünyadan gidiyorum" gibilerinden bir şeyler söylemeye çalıştı. "Seni seviyorum" dedim, iki damla yaş aktı gözlerinden, bende elini sıkıp akıttım yaşlarımı. Ertesi gün artık iyice ağırlaşmıştı ve ben onu ziyarete gitmeden ölüm haberi bana geldi. Onu eve çıkartamadığım için pişmanmıyım şu anda bilmiyorum.  Ben olsaydım 128 gün orada olmak istermiydim, cevabım kesinlikle hayır. Ama kendi evimde ya da kızımın evinde 30 gün yaşamayı, 128 gün yaşamaya tercih ederdim herhalde. Biz aslında kendimizi onu her gün görmekten mahrum bırakmamak  ve vicdan azabı duymamak için onu hastaneden çıkartmadık. Bunu bencilce yaptık, onu düşünmedik. Gerçekte ise altında yatan tamamen onu çok sevme ve onu daha fazla hayatta tutma çabamızdan kaynaklanıyordu. Keşke demiyorum, çünkü o 128 günün çoğunda ona yemek yedirdim, suyunu içirdim, kah güldük, kah ağladık, 2 defter tükettik yazarak. Hala okurken ağlarım. Belki de hayatımızın hiç bir yerinde yakalayamadığımız anne kız ilişkisini o 128 günde yaşadık. Ben onu çok sevdim onun da beni çok sevdiğini hep bildim. Keşke babamın karşısına dikilip hayır ben bir çocuk daha istiyorum diyebilseydi. İşte ben ona bu yüzden kızgınım. Her şeyi benim omuzlarıma yükledi, kendi ile ilgili olan kararları bile tek başıma vermek zorunda kaldım. Her şeyi tek başıma göğüsledim. Kimse benim hissettiklerimi hissetmedi. Herkes üzüntümü paylaştı ama, asla benim gibi hissedemedi.

İşte tüm  bu sebeplerden dolayı çocuğunuzun ileride sizi suçlamaması için ve en önemlisi onu zorlu kararlar almakta tek bırakmamak için asla tek değil, en az iki çocuk sahibi olunuz. Hayatı boyunca tek çocuğunuza benim yaşadıklarımı hissetirmeyiniz. Kardeşlik bambaşka bir duygu, kardeşi olmayanın asla anlayamayacağı bir duygu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder