Sayfalar

27 Kasım 2011 Pazar

"İlişkimize çığ düşmesin diye sevgilim" C.E.

Bodrum'a yerleştim yerleşeli, doğru düzgün sosyal faaliyetlerde bulunamıyorum. Hayat o kadar hızlı akıp gidiyor ki burada, bazı önceliklerinize vakit bulamıyorsunuz. Çünkü onların önüne geçen, öncelik olmayan, ama yapmakla yükümlü olduğunuz şeyler var. Anne olmak, eş olmak, yemek yapmak, ütü yapmak, işe gitmek, temizlik yapmak v.s. gibi. Şikayetim olmuyor genelde bunlardan, ama arada kendime de vakit ayırmak istediğim, kendi çemberimde hareket etmek istediğim anlar oluyor. İşte öyle anlardan birinde, Cezmi Ersöz'ün imza günü olduğunu öğrendim. Çok severim kitaplarını. Bana hitap eden bir yanı var. Zaten öyle olmazsa beğenmezdim sanırım. Ama değişik bir üslubu var onun bana göre... İmza günü benim evime de çok yakın bir kafede yapıldığı için, vakit de kaybetmeyecektim. Söyleşiyi dinleyip, kitapları imzalatıp, akşam gelecek olan misafirlere yemek hazırlamak için vaktim bile olacaktı. Süperdi, kaçırmamalıydım. Kaçırmadım da... Fiziken ilk kez görüyorum kendisini, sohbete başladı. Tam 1 saat belki biraz daha hiç sıkmadan devam eden sohbeti, keyifle dinledim. Kimi zaman söylediklerine katıldım, kimi zaman karşısında durdum. Dünya ve siyasi görüşlerimiz, belli ki farklıydı. Ama olsun sohbetin içinden çıkardığım bir kaç şey var. Onları paylaşmak istiyorum.

"Kadınlarla tartışmayacaksınız. Kesin kaybedersiniz. Ben çok geç öğrendim, ama öğrendim. Ben 10.000 kelime haznemle konuşurken, onlar 20.000 kelime kullanıyorlar. Böylece anlaşamıyoruz ve her sefer tartışma uzuyor, olmadık yerlere gidiyor. Haklısın diyeceksiniz, olay kapanacak"

Cezmi Bey'in atladığı bir şey var. Biz kadınlar hemen haklısın diyen erkeği de sorguluyoruz ki. Acaba neden bu kadar çabuk kabul etti, altında ne var bunun v.s. gibi ikircikli soru cümleleri beynimizde dolaşıp duruyor. Haklısın dendiğinde bize hayat arkadaşımız tarafından, tatmin olamıyoruz. Zoruz zor, hem de çok zor... Ben bile bazen kendimi anlamakta zorlanıyorum. O kadar hassas noktalarımız var ki, çok iyi özümsemek lazım bizi. O hassas noktaları bulursa karşı cins ve ona göre davranırsa, hem kendi hem de biz mutlu oluruz. Ama önemli olan onları keşfetmeği istemek öncelikle. Bunu yapacak çok da erkek tanımıyorum ben açıkçası.

"Penguenleri çok severim ben. En büyük hayalim, penguenleri görmek için kuzey kutbuna gitmek. Kız arkadaşımla, tartıştığımda hemen ortamdan kopmak için, penguenleri düşünmeğe başlarım. Buradan Hollanda'ya giderim, oradan başka bir uçakla Amerika'ya, yine bir uçakla Kanada, son olarak da Kuzey Kutbu. Hoooopppp penguenlerin yanındayım, elimde bir şişe rakı... O arada kız arkadaşımın sesi 'Cezmi sen beni dinlemiyormusun' Ben de karşılık veririm, 'olur mu hayatım dinliyorum' diye. Oysa ben o büyük rakının yarısını içmiş, penguenlerle sohbetteyim"

Ne güzel bir yöntem değil mi? Ben de bir ara tartışırken, içimden sayı sayıyordum; 1-2-3-4-5-6-........125-126-127-128.......456-457-458......895-896-897-898...... 3000. Sonra baktım ki olmayacak, zaten matemetayi de, sayılarıda çok sevmem. Bıraktım saymayı, konuya dahil olmaya başladım. Bu seferde karşımdaki, seçtiğim kelimelerden mi artık, vurgulardan mı, demagoji yapıyorsun, ne anlatıyorsun anlamıyorum demeğe başladı. Sanırım artık benim de kendime göre bir yöntem bulmam lazım. Aklıma ilk gelen kendimi Seyşel adalarında, dalış yaparken hayal etmek olabilir mesela. Yol da uzun; tekne dalış noktasında, kuşanıp suya atlıyorum, hooppppp tüpten ilk nefes, yavaş yavaş dalışa geçiyorum, 5 mt-10 mt-15 mt-20 mt-25... Sağımdan solumdan, altımdan, üstümden envayı çeşit balık geçiyor, hayran hayran onlara bakıyorum, havamı kontrol etmeği unutmuyorum, suyun altı o kadar güzel ki, benim tüpümden ve ahtapotumdan çıkan havadan başka ses yok, hava kabarcıklarının ahenkli sesi ve benim nefes alış ritmimden gayri hiç ses yok, havam azalıyor, artık yavaş yavaş yüzeye yönlenmem lazım, daha dekolar var her 5 metrede, böyle planlanmış bir dalış yaklaşık 35-40 dakika sürer. Tam da bu zaman sonra sanırım bir ses, "beni dinlemiyor musun sen?". Eyvah yakalandım galiba, kavga o kadar şiddetli ki, benim yüzümde bir gülümseme var, orada olmadığımı fark etti. " Nasıl dinlemiyor muyum, dinliyorum işte, sen devam et". Ben tekneye çıktım, soyunuyorum, BC'mi yıkadım tatlı suyla, ekipmanımı ikinci dalışa hazırlıyorum. Her şeyim tamam. Eğer tartışma uzarsa, çok da oyalanmadan, ikinci dalışımı yapabilirim :)...

"Çocuktum, babam ve annem ile birlikte trenle Erzincan'a gidiyorduk. Dışarıda dondurucu bir soğuk var. Dağların arasında geçerken her yer bembeyaz. Tren yavaşladı. Rayların üzerinde, kalın parkalı, yün şapkalı ve eldivenli, iri yarı, heybetli bir adam yürüyor, trende onu takip ediyor yavaştan. Ama adam hiç konuşmuyor. Babama sordum, bu amca kim ve neden hiç konuşmuyor diye. "Oğlum" dedi, "O devletin görevlisi, dağların arasından giderken, trenin önüne geçer kış günlerinde. Karın sesini dinler, çığ sesini duymaya çalışır ki, trendeki yolcuları uyarsın diye" ekledi. O zaman anladım ki, o iri yarı heybetli adam konuşursa, onun sesinin etkisiyle bile çığ düşebilir. O yüzden sessiz kalıyor. Bir gün kız arkadaşımla tartışırken, döndü bana, neden konuşmuyorsun ve yorum yapmıyorsun dedi.  İlişkimize çığ düşmesin diye sevgilim dedim"

Ağzınıza sağlık Cezmi Bey, inanılmaz keyifli bir sohbetti. Benim de o kadar ihtiyacım vardı ki, beslendim sayenizde.


24 Kasım 2011 Perşembe

"İnsana yatırım yaparım ben, paraya değil"

Yıllar önce bunu bir arkadaşım söylemişti. Çok ilginç bir arkadaşlık hikayemiz var. Kızım 2,5 yaşındayken bir kreşe kaydettirdim onu. Çok küçüktü, ama ağzına bir lokma katı yemek koymuyordu. Ben de çareyi kreşte buldum. İlk uyum aşamasında, 1 hafta boyunca o içerde ben kapının önünde, merdivenlerde ağlıyordum. Elbette bir süre sonra alıştı, veeeee en önemlisi artık yemek yiyordu. İşte o dönemlerde yuvanın sahibi pedagog bayan X (ismini vermeyeceğim), bana her konuda çok yardımcı oldu. Kızım ilkokula başlayana kadar onun kreşinde, inanılmaz bir gelişim gösterdi. İlk aşkını orada yaşadı :). Hatta daha sonraları, oğlum bile onun kreşine gitti. X Hanım işleri büyüttü ve Kızıltoprak'da kocaman bir köşke taşıdı kreşini... O dönemlerde inanılmaz bir grubumuz oldu. Kreşin bahçesinde aynı yaş grubundan çocukları olan anneler toplanıp sohbet ederdik. Çok güzel arkadaşlıklarımız oldu. X Hanım ile de ailece görüşmeğe başladık. Kendisine güvenim sonsuzdu. Çocuklarımı çok güzel yerlere getirdi. Asla hakkını yiyemem. Pek çok şeyi pedagog olduğu için önceden gördü. Ben kızımı kendine güvensiz, pısırık sanardım ve hep bundan şikayet ederdim. Bu çocuk ilkokula başladığında ezilecek, herkes onu üzecek derdim. O bana, yanlış düşünüyorsun, senin kızın çok güçlü ve her zaman hakkını arayan bir çocuk olacak derdi. Dediği de aynen çıktı. O kadar güçlü bir çocuk ki, büyüdüğünde avukat olması gerektiğine inanıyoruz ailecek... Oğlumun babası yüzünden beni çok uğraştıracağını söylerdi. O da çıktı. Gerçekten onunla uğraşıyoruz ve sanırım sürekli de uğraşacağız. Bir süre sonra X Hanım eşinden boşandı. Yürümeyen bir evlilikti. X hanım sürekli kendini geliştiriyor, klasik, adam ona yetişemiyordu. Bitirdiler. O dönemde birde 9 yaşlarında bir erkek evlatları vardı. Herhalde şimdi 20'lerinde olmuştur. Boşanmanın ardından 1-2 yıl kadar daha görüştük. Kızıltoprak'daki kreş başkasına devredildi. X Hanım geçimini sağlamak için çeşitli yerlerde, klinik pedagogluğu yaptı. Bir gün çok sıkıştığını ve 200 USD paraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Onun böyle bir paraya sıkışmış olması beni çok üzdü. Bir şekliyle ben de buldum buluşturdum bin bir zorlukla ve o dönemde yaşadığım sıkıntılar arasında, bir ton lafa maruz kalarak, bu parayı ona verdim. 1 ay içinde ödeyeceğini söyledi, bende tamam dedim. Alırken de, başlıkda yazan cümleyi sarf etti "İnsana yatırım yaparım ben paraya değil". Tabi dedim, bu zor günlerde birbirimizin yanında olupda birbirimize yatırım yapmazsak, arkadaşlığın dostluğun ne önemi var, haklısın... Aradan bir ay, 1 yıl, hatta neredeyse 9 yıl geçti ama kendisinden hala ses seda yok. Ben o 200 USD'yi hayatı para olan, borç verdiğinde asla peşini bırakmayan ve paraya tapan bir adamın laflarına boyun eğerek almıştım ve bayan X bunu çok iyi biliyordu. Ama zaman içinde bu konuda onu hiç yüzlemedim ve konusunu etmedim. Parayı almasının ardından, 2 yıl kadar sonra, birden bire arkadaşlığımız rölantiye, sonra da bitişe gitti anlayamadığım bir şekilde. Ben hep iyi düşündüm, hayatı karmaşa içinde, bir şeyleri yoluna koymaya çalışıyordur. Eh ne yapalım sağlık olsun falan diyerek bunca zaman, aklıma hiç kötü bir şey getirmedim ve zaman içinde onu takip etmeğe devam ettim, nerede çalıştığını öğrenip ona hasta yolladım v.s. Geçenlerde aklıma geldi, Facebook'dan arkadaşlık isteği yollayayım, belki kaybettiğimiz zamanları geri alırız ve dostluğumuza devam ederiz, benim için kayıptı v.s düşünceleri içinde. Aradan bir ay geçti, X Hanım istediğimi kabul etmedi, ama ben görüyorum her gün Facebook'a giriyor, duvarından takip edebiliyorum. Ne acı, o kadar şey paylaştığımız ve bana bu kocaman cümleyi kuran kadın koca bir hiçmiş. İnsana yatırım değil kendine yatırım yapıyormuş. Gazetelere falan çıkıp, çocuklarla ilgili röpörtajlar veriyor şimdilerde. Ben de ilgiyle izliyorum. Eh ne yapalım, ben hala onun dediğini uyguluyorum ve insana yatırım yapıyorum. Verdiğim borç parada, bu cümlenin ederidir diyerek kendimi rahatlatıyorum. Yolu açık olsun. Elbet bir gün bir yerde kesişir yollarımız. Çok içime oturan bir durumdu ve yazmak istedim. Amacım kimseyi küçük düşürmek değildir.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Anı Yakalamak = Fotoğraf

Aynı gözler gibi onlar da yalan söylemez. Eğer bakan göz iyi bir yorumlayıcı ise tabi ki... Ben daha bebekken babam başlamış Lubitel makinesiyle her anımı görüntülemeğe. Bir bebeklik albümlerim var, babamın hazırladığı, herhalde o dönemde bu kadar güzel albüm hazırlamak ve bulmak oldukça zor olsa gerek. Şimdilerde baktığımda, inanılmaz hoşuma gidiyor, babamın emeğini takdir ediyorum.

Benim içimde ki fotoğraf sevgisi çok sonralarda gelişti, yaşım 35'i geçmişti. O yaşa kadar çok fazla çekilmiş fotoğrafım ve albümlerim vardı. Hepside teknolojiye ayak uydurarak dijital makinelerle çekilmiş ve sonrasında aralarından seçilerek basılmış fotoğraflar. Yarı dijital olan makineleri keşfedince, fotoğraf çekmeğe ve fotoğrafı yorumlamaya da farklı bakar oldum. Eğer fotoğrafa doğru gözlerle bakarsanız, odak noktasındaki insanın gözü, yüzü, duruşu, mimiği size o an içinde bulunduğu ve hatta genele yayılan ruh hali hakkında ipucu verir. Yapmacık mı gülmüş, yoksa içinden mi gelmiş, yanındakilerle mutlu mu, yoksa o kareye mecburiyetten mi dahil olmuş v.s. gibi. Bir de fotoğraf çekileceğini öğrendiği andan itibaren, iyi görünmek için, kafasını oraya buraya çeviren, poz veren, doğallık dışı tipler vardır. İşte ben onlardan nefret ederim. Onları görüntülemek bile istemem. 

Kafa ya sağa ya sola çevrilip, yan duruş sergilenip, gözler süzülerek objektife en güzel pozunu verme, şimdilerde yeni ergenlerin arasında da çok moda. 16 yaşında bir kızım var, aslında onun  bu pozu verirken hiç doğal olmadığını yıllardır anlatmaya çalışıyorum. Ama nafile... O kendini güzel sanıyor bu şekilde, yapacak bir şey yok. Bakıyorum onun yaşıtlarında da durum aynı. Hepsi aynı poz, aynı kare ya da bir karede aynı pozu vermiş 3-5 tane genç kız, doğallıktan çooooookkk uzak... Ha bir de yeni moda, yanaklar şişiriliyor, balon balığı gibi, dudaklar büzülüyor. Böyle olunca da sevimli oluyorlarmış. Facebook'da beğen tuşu daha işlevsel oluyor herhalde. Bilemiyorum ki!

Evliliğiniz hakkında bile bir sonuca varabilirim fotoğraflarınıza bakarak. Nasıl mı? Mesela yeni evlendiğinizde ya da evliliğinizin ilk yıllarında bir dolu fotoğrafınız varken, sonlara doğru bunlar azaldıysa, ya da eşinizle olanların sayısı düştüyse, bir şeyler ters gidiyor demektir. Çünkü fotoğraflar gerçekten de yalan söylemez. Bir dönem bir dolu fotoğrafınız varken, arada bir boşluk var ise bilirim ki bunalımdasınız. Kısa süreler içinde saçınızda ani değişiklikler olmuş ise yine bilirim ki depresyondasınız. Sizi tanımama gerek yok, son 5 yıllık fotoğraflarınıza bakarak sizi size anlatabilirim. Çünkü bende geçmişimdir o dönemlerden. O yüzden fotoğraflamayı da fotoğraflara bakmayı da çok seviyorum. Yıllar içinde nereden nereye geldiğimizin en güzel göstergesi ve belgesidir fotoğraflar.



Sürekli fotoğraf makinesi yanında gezen tiplerden de değilim ben. O kadar çok sorumluluğum var ki, makinem ile kendime ayıracak pek fazla zaman bulamıyorum. Ama özel olarak yanıma aldığım zamanlarda da elimden geldiğince gördüklerimi çekmeğe çalışıyorum. Profesyonel değilim, ama gözüm iyidir.

3 çocuk annesi olarak, tüm anne babalara tavsiyem, çocuklarınızın her anını belgeleyin. O anları geri getirmek imkansız olduğu için, her baktığınızda, neler yaşamışsınız ve neleri paylaşmışsınız, aynı duyguları yaşayın. Ben bayılıyorum mesela, çocuklarımın bebeklik fotoğraflarına bakıpta onların o masum halleriyle görmeye. Sessiz olsalar da fotoğraf kareleri, bakmayı ve yorumlamayı bilene çok şey anlatabilirler aslında... Şimdi eski fotoğraflarınız tek tek alıp elinize tekrar bakın bakalım. Geçmişte göremediğiniz neleri göreceksiniz. Aman dikkat ağlayabilirsiniz de, gülebilirsiniz de... Fotoğraf o anki ruh halinize bağlı olarak sizi ağlatabilir de güldürebilir de. Hazırlıklı olun...

12 Kasım 2011 Cumartesi

Yemenin dayanılmaz hafifiliği...

Hayır hayır, yanlış yazmadım. Milan Kundera’’nın unutulmaz  eseri, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” üzerine değil konumuz. Terasa’nın Tomas için hazırladığı muhteşem akşam yemeği sofralarının sonunda, Tomas’ı beklerken uyuya kalıp, o geldikten sonra yanına usulca sokulduğunda, saçlarının arasındaki başka kadınların apış aralarının kokusunu içine çekerek uyumak zorunda kalışından da bahsetmeyeceğim burada…

Gittikçe meraklandınız değimli? Konumuz, havada uçuşarak “Paix de deux”* yapan balet ve balerinlerin yemeğe bakış açıları, yemeği nasıl gördükleri ve nasıl yorumladıkları. Ben bu konuya nasıl geldim onu biliyorum, ama benden önce bunu merak edip inceleyen olmuş mu bundan emin değilim. Ben nasıl geldim, neden onca konu varken böyle bir şeyi merak ettim, öncelikle bu hususta sizi aydınlatayım biraz. Bir akşam, AKM’de görsel ve işitsel bir şölen izliyordum. Önemliydi benim için, çünkü hem İstanbul’da sezonun ilk bale gösterisiydi. “Tango Europa” geçen sene Ankara’da sahnelenmişti, bu sezonda da İstanbul’da turne yapıyordu. İlk sahne arasında yanımdaki arkadaşım ile eserin eleştrisini yaparken,

“Bu kadar kıvrak olabilmek ve uzun yıllar boyunca formda kalabilmek için bu insanlar ne yer ne içer” diye sordum. Yanımdaki arkadaşım bir dönem Konservatuar'da bale eğitimi almıştı. “Biz konservatuarda iken, bize hocalarımız tarafından öğütlenen, günü yarım greyfurt ve bir avuç ceviz yememizin yeterli olduğuydu" dedi. Bir an durdum, nasıl olabilir ki dedim kendi kendime, bu kadar az yiyerek enerji gerektiren bir sanat nasıl yapılır ki? Sonra konu üzerine tartışmaya başladık. Biz de bir sanat yapıyoruz, aslında yemek pişirmek de bir sanat. Eğer öyle olmasaydı Güzel Sanatlar Fakültesi’nin altında böyle bir bölüm açılmazdı. Bir tabaktaki renk uyumunu düşünerek bütün tabağı dizayn etmek, okul hayatımızın başında aldığımız temel sanat eğitimi dersinin bize kazandırdıklarının bir sonucu. Peki biz baleyi görsel bir sanat olarak görüyor ve algılıyoruz, acaba onlar bizim sergilediğimiz sanata –ya da biz sanat diyoruz ama pek çok insan gibi onlarda yemek altı üstü, pişirmenin ve tabağa koymanın ne sanatı olabilir ki diye mi düşünüyorlar- hangi gözle bakıyorlar. İşte bir sahne arasında birlikte bunları tartışırken ve konuşurken, bu konuyu ele almaya karar verdim.   Şahsen benim daha önceki yıllarda sanat ile sadece izleyici ve dinleyici olarak alakam vardı, ama arkadaşımın cephesinde durum farklıydı. O hem çok küçük yaşta başlamıştı sanat ile iç içe yaşamaya, hem de ilerleyen yaşlarında şu an yapmış olduğu yemek yeme ve pişirme uğraşısının içine bunu adapte etmişti. İlerleyen zamanlarda ben de bunu öğrenmiş ve her şekilde yemeğimi yerken ve lokmaları boğazımdan mideme doğru indirirken, farkına vararak ve bilerek yemek yemeği öğrenmiştim. Elbette, bu okulun bana kazandırdığı çok önemli bir özellikti. Her şeyin kimyasını ve tahlilini yaparak yemek yemek herkesde var olan bir alışkanlık değildi. Ben şanslıydım.  

Tekrar dönelim konumuza,  benim bir yakınım aracılığı ile –uzun süren, aslında hiç de kolay olmayan bir süreçti bu- AKM bale sanatçılarıyla bir söyleşi yapmak için girişimde bulundum. AKM’nin oda tiyatrosu tarafından girildiğinde ikinci katında, hem kulis araları, sanatçıların toplandığı, hem de sanatçı yakınlarının kabul edildiği küçük bir kafeterya var. Eskiden burada alkol servisi de mevcut idi, fakat şimdilerde  alkol değil kahve ve bilumum çeşit çay içilebilen bir yere dönüştü.

İlk etapta mesleğe yeni girmiş yaşları 16 ile 22 arasında değişenler ile sohbetime başladım. Yeni yetişmiş genç kuşak daha idealist idi. Beslenme konusunda son derece titiz bir tavır sergiliyorlardı. Gerçektende sadece onlara günlük enerji verebilecek kadarını yiyorlar, fazlasını tüketmiyorlardı. Böylece hem formda kalıyorlar, hem de sağlıklı beslenmiş oluyorlardı. K. K. ;



“Elbette zaman zaman bizde kaçamak yapıyoruz. Özellikle hafta sonları ve Pazar sabahları abarttığımız oluyor. Ama, sonrasında durumu dengeliyoruz.”

dedi. Bu kaçamaklar esnasında, nerede ve nasıl yediklerinin pek de önemi yoktu, bana söylediklerine göre… Sadece yemek yemenin ve birlikte bir şeyler yapabilmenin keyfini çıkarıyorlardı. Genellikle seçtikleri yer ise, Taksim’de Park Kafe oluyordu. Aslında farkında olmadan İstanbul’un en iyi bistro mutfaklarından birine sahip olan –bira ve patatesi dillere destandır- ve çoğunlukla da sanatçıların tercih ettiği, bizlerin çok fazla bilmediği bir mekânı seçiyorlardı.

Yaş aralığı 20’lerden 30’lara doğru geçtiğinde ise artık, ne yediklerinin önemi kalmadığını vurgulayıp, ne bulurlarsa onu yediklerini, çok da memnun olmadan ifade ediyorlardı. Özellikle prova aralarında, dışarıdan söyledikleri hamburger, döner, kokoreç v.b. şeyler ile açlıklarını bastırıyorlardı.Yemenin dayanılmaz hafifliği açıkça kendini belli ediyor ve bu hafifliğe kapılıyorlardı.

 Ö. Ç. ;

“Belli bir zaman sonra bizden önceki kuşaklar gibi mevcut olan idealistliğinizi kaybediyorsunuz. O an neyi canınız çekiyorsa ya da neyi bulabiliyorsanız onu yiyorsunuz” diye belirtti.

“Zaten yemek için daha fazla harcayacak zamanınız da olmuyor. Hepimizin buranın dışında süren bir hayatı var. Çoğumuz da bekârız, düzenli bir yaşam olmayınca, düzenli bir yemek alışkanlığı da olamıyor maalesef” diye sürdürdü konuşmasını…

30 yaşı yeni geçmiş ya da 35’lerini süren bale sanatçılarının ise kesinlikle diğer iki gruptan da farklı alışkanlıkları vardı. A. A. ;

“Kendi adıma konuştuğumda, yemek yemek de, yapmak da benim için çok büyük zevk” diyordu.

“Hem dışarıdan, hem de buradan arkadaşlarım ile  bir yerlerde yemek yiyecek isem, kesinlikle mutfağı iyi olan, nezih, keyifli, gözüme ve damağıma hitap edecek, her ikisini de doyuracak yerleri tercih etmeğe çalışıyorum.”

Seçtiği mekanlar için isim vermesini rica ettim kendisinden;

“Uluslar arası mutfaklardan hoşlanıyorum genelde. Herkes kendi zevkine göre bir şeyler bulabiliyor. Bunların başında da Loft geliyor, atmosfer, personel, şaraplar, her şey tam bir uyum içinde. Papermoon diğer bir seçeneğim oluyor. Deniz mahsulleri üzerine de Eyüp’de ki Giritli inanılmaz başarılı… Kendi evimde verdiğim yemek davetlerinde, yurt dışı turnelerimde almış olduğum ünlü şeflerin yemek kitaplarındaki tarifleri uygulamaya çalışıyorum elimden geldiğince.” diye ekliyor.

A. Ü. ise;

“Benim mutfağım oldukça büyük, tencere içinde çorbamı yaparken bir yandan kaşığı tencerede çeviriyor öte yandan da ‘fovette’* ve ‘jete’ ** yapabiliyorum. Böylece yemek benim için kendime ait figürleri sergilediğim bir mekanda bir zevk ve keyif unsuru haline dönüşüyor. Şarap konusunda oldukça iyi bir kava sahibim. Bu konuda epeyce de kitap okudum. Hangi üzüm nerede yetişir, hangi şarap nasıl tadılır, aldığım şarabı ne kadar saklayabilirim, şarap terimleri v.b. gibi pek çok şeyi edindiğim kitaplardan öğrendim.”

Bu görüşmelerin sonucunda anlıyorum ki, aslında bale sanatçıları arasında yemek yemek ve yapmak sanat olarak görülmüyor. Aksine onlar sadece yemiş olmak için ve birlikte vakit geçirebilecekleri anlarda bir yandan sohbet ederken öte yandan da önlerine ne gelirse onu silip süpürmek için yapılan bir eylem ve ihtiyaç. Yaş ilerledikçe  yemeğe bakış açısı daha bir anlam kazanıyor. Sanırız ki, hayatın anlamı bile 30’undan sonra anlaşıldığına ve sürülen yaşam bu zamandan sonra daha keyifli hale dönüştüğüne göre, yemek de onlara göre bir sanat haline dönüşüyor.

Son olarak Y. A. ;



“Aslında bizler sahnede sanatımızı sergilerken, sizler de yemek masalarımıza getirilen şahane yemekleri, aynı bizim sahne arkasında yaptığımız provalardaki gibi, defalarca deneyerek pişiriyorsunuz. O muhteşem tatları ve tabaktaki renk ahenklerini elde etmek için, aynı bizler gibi kim bilir kaç kez deniyorsunuz. Bizler ‘painte’yi*** iyi yapabilmek için ilk sahne  zamanlarımızda aylarca denemeler yapmak zorunda kalmıştık, sizlerde bu lezzetlere ulaşmak için aynı yoldan geçiyorsunuz sanırım.”

Dediğinde, aslında onların yemeğe ve mesleğimize bakış açılarına bir yön verdiğimi anlamıştım. Yaşça genç olanlar da artık ağızlarına aldıkları her lokmada biz aşçıları akıllarına getireceklerdi. Bundan hiç şüphem yoktu. Yemek yemek de yapmak da artık bir sanat olarak algılanmıştı onlar tarafından. Yemeği nasıl algıladıklarını anlamak amacıyla yazmak istediğim bu küçük makale sayesinde, onlara bunun bir sanat olduğu fikrini farkında olmadan aşılamıştım.

Son söz olarak, dünyadaki yedi sanatın üzerine artık bir sekizinci olduğunun farkına varılma zamanıdır diye düşünüyorum.

*Bir bacak yukarıda iken diğerinin hızla kalkıp inmesi ve tam bir dönüş yapma figürü.
**Tek bacakla sıçradıktan sonra diğerinin üzerine inmek (uçmak).
***Ayak parmaklarının ucunda, üzerinde dans etmek.

(Yukarıdaki yazı 2007 yılında, üniversitede aldığım bir ders için hazırlanmış bir projedir. Bazı yerleri gerçek, bazı yerleri de kurgudur)

Çocukluğumun Baharat Hikayeleri (2)


Anneannem büyüttü beni. Onun dolmasını onun köftesini, onun mantısını, onun tutmaç çorbasını yiyerek ve onun mutfağından çıkan kokuları içime çekerek büyüdüm, küçük bir oda bir salon taş bir müştemilatta...  Çok fazla baharat çeşidi bilmezdi anneannem. Bilindik çeşitleri; karabiberi, kimyonu, yenibaharı, pul biberi daha sıklıkta kullanırdı.
Anneannem ve dedem bu sefer erkek çocuk buluruz diye peş peşe 6 tane kız çocuk sahibi olmuşlar. Altıncı kız geldiğinde artık ona bakacak maddi güçleri yokmuş. Dedemin kız kardeşi ve eşi de yıllarca uğraşıp çocuk sahibi olamamışlar. Böylelikle, en küçük kız çocuk Bursa’da yaşayan  halasına evlatlık verilmiş. Yıllarca kendisini tatillerde ziyarete gelen kuzenlerinin aslında kardeşleri olduğunu bilmeden büyümüş teyzem. Çok sonraları  beş kardeşi olduğunu öğrendiğinde de uzunca bir zaman annesini ve babasını, haklı olarak, affedememiş. İstenmeyen kız evlat olduğuna mı yansın, aldatılmış ve kandırılmış olduğuna mı bilememiş. Lakin, nasıl ki et tırnaktan ayrılmaz ise öz annesini ve babasını yaşlılıklarında affetmiş ve gerçekle yüzleşmiş. Bütün hayatı boyunca, sorunlu geçirdiği genç kızlık döneminin getirdiği travma sonucu kimi zaman farkında olarak, intikam içgüdüsüyle, kimi zaman farkında olmayarak bilinçaltının ona oynadığı oyunların sonucu olarak sürekli hatalar yaptı teyzem ablalarına karşı. İçten içe onlarıda suçladı, bunca zamandır onu kendilerinden uzak tuttukları ve yıllarca kocaman bir yalana ortak oldukları için. Her seferinde affedildi. Şimdilerde ise, sorunsuz gidiyor ilişkileri. Herkes gelebilecek zararları az çok farkında ve birbirlerini incitmemek için de korunma kalkanlarını ona göre kuşanıyorlar.

Teyzemin bu zor hayatı onu diğerlerinden epey farklı yapmış. İçlerinde en çok okuyanı, en çok gezeni, en çok konuşanı ve en iyi yemek yapanı o. Anneannemin eli daha ilk mutfağa girdiği günden itibaren ona geçmiş. Bursa’ya yaz tatillerinde gittiğimde, onlarda kalırken evi aynı anneannemin evi gibi kokardı. Hiç yabancılık çekmezdim. İstanbul’u hiç aramazdım. Teyzem hiç aratmazdı beni... Bir dediğim iki olmazdı. Her gün sorardı “ne yapayım bugün sana?” diye, bende söylerdim, onu pişirir hazır eder önüme koyardı.

Benim çocukluğum ise, bütün tek çocukların hikayeleri gibi sıradan ve sıkıntılı, oldukça sorunlu  bir sürecin parçasıydı. Tek çocuktum. Aslında bu cümle pek çok şeyi açıklıyor, genel anlamda. Ama ben yine de detayları anlatayım. Üç yaşına kadar annem baktı bana. Sonrasında çalışmak zorunda olduğu için, yuvaya verildim. Yuva evimize yürüme mesafesinde, büyük bahçesi olan, o bahçede de kaydırak, tahtıravalli, salıncak barındıran tek katlı bir evden ibaretti.  O dönemde yuvaya giden bütün çocuklar, benim hissettiklerimi ya da duyduğum kokuları duyumsarlar mıydı, hatta hatırlarlar mı bilmem ama, bilinçaltıma yerleşmiş olan oldukça ağır bir yemek kokusu vardı yuvanın. Nefret ederdim o kokudan. Bu yüzdende orada çıkan hiç bir yemeği yiyemezdim. Çok lezzetsiz, tatsız tuzsuz gelirdi bana bütün yemekler. Öğretmenlerim de anneme, yemek yemediğim için beni sürekli şikayet ederdi. Çocuk olduğum için maalesef yemek yiyemememin sebebini de izah edemezdim. Çünkü, ben bile bu sonuca, yıllar sonra zaman içinde anılarıma geri yolculuk yaparken vardım. Evlenip çocuk sahibi olduğumda, kendi çocuklarımı yuvaya göndereceğim zamanlarda, istanbul’un hatırı sayılır yuvalarını, kapıdan içeri girdiğimde, aynı kokuyla karşılaştığım için geri çevirdim kendimce.

Şimdi anlatacağım sahneyi, o zamanlar dört yaşında olmama rağmen, dün gibi hatırlıyorum. Bir bahar sabahıydı. Yuvada belli belirsiz bir kahvaltı yaptıktan sonra, bahçeye çıkmıştı herkes. Benimse oynamak içimden gelmiyordu. Bahçeye açılan kapının önündeki merdivenlere oturmuş, etrafıma bakınıyordum. Anneannemde, o gün en büyük teyzemi ziyarete giderken, benim yuvamın önünden geçiyormuş. Beni merdivenlerde tek başına oturur, somurtur vaziyette görünce hemen otobüsten inmiş ve annemi arayarak, “o çocuğu hemen yuvadan alıyorsun, ve bana getiriyorsun, bundan sonra ben bakacağım” demiş. Böylece, anneannemin evindeki yaşamım başlamış oldu. Hafta içi onunla kalıyordum, hafta sonları ise annem iş dönüşü beni alıyordu. İlkokula başlayana kadar bu böyle devam edip gitti. İşte bir klasik, bilindik çalışan ebeveyn ve arada kaybolmamaya çabalayan tek çocuk hikayesi.
Yaz kış bahçede oynardım. Çok geniş bir balkonu vardı anneannemin evinin. Mutfak penceresi de doğruca balkona açılırdı. O mutfakta pişen her yemeğin kokusu tüm bahçeye yayılırdı. Ben balkonda evcilik oynarken, gelen kokudan o günün menüsünü anlardım. Özellikle köftenin kendine has bir kokusu vardı. Köfte en favori yemeğimdi, sanırım her çocuğun olduğu gibi....  O zamanlar içine neler koyardı anneannem bilmiyorum ama, annemin yaptıklarından ya da başka yerde yediklerimden çok daha farklı ve güzel olurdu. İki lokmada bitirilebilecek köfteler kızarmaya başladığında, beynimin bütün kıvrımlarındaki acıkma duyuları harekete geçer, hemen içeri girer, anneannem köfteleri kızartırken ben yanında sabırsızlık içinde, zıp zıp zıplayarak, çoğu zamanda azar işiterek, daha yeni tavadan çıkmış, ağız yakan sıcaklıktaki köfteleri ellerimle mideme indirmeye başlardım. Hafta sonları ailemin evine döndüğümde, annemde köfte yaparsa onunkileri beğenmez, eleştirirdim boyuma bile bakmadan. Şimdilerde annem de aynı anneannem gibi köfteler yapıyor. Sırrı ise yılların tecrübesi ve içine giren bol miktardaki kimyon da saklıymış. Bir de anneannem mübadele zamanından kalma bir kadın olduğu için, yokluk nedir bilir ve köftenin içine kıymasını az, ekmeğini ve soğanını çok, baharatını ise bol koyarmış. Bütün lezzetde oradan gelirmiş.

Yaz aylarına denk gelen, Ramazan aylarında, henüz daha dokuz yaşında bir çocuk iken, oruç tutmaya karar verirdim. Anneannem ise bana kıyamaz, “kızım küçüksün, sen tutma, bu kadar uzun süre aç kalmamalısın” derdi, ama ben inatçı olduğum için dinlemez, onlar ile sahura kalkar, devamında da oruç tutardım. Öğle saatleri geçtiğinde, karnım acıkır, midem kazınır,  ama  yiğitlikten asla söylemez, orucu tutmaya devam ederdim. Anneannem benim inadımı kıramayacağını bildiği için, kendince bir taktik geliştirmişti. Sabahtan akşam yemeğine diye mantı hamuru tutar, banada bol karabiber ve kırmızı biberle hazırlanmış olan içini doldurttururdu. Benim kapattıklarımı bir yandan haşlamaya başlardı. Tabiki ben dayanamaz, sarımsaklı yoğurt ile iki tabak mantıyı mideye indirirdim. Yedikten sonra da tüm saflığımla “anneanne, günah olmadı mı şimdi, orucum bozuldu?” diye sorardım. O da “ yok kızanım, çocukların orucu öğleye kadardır, sen yine sevap kazandın” diyerek beni kandırırdı. 


Babaannemin mutfağı ise daha zengindi baharat yönünden. Babaannem, ailesiyle Midilli mübadelesinden gelip Ayvalık’a yerleşmiş. Irkında olan egeli kanı mutfağına da geçmiş, muhteşem görgülü, bunun yanında dedemin zenginliğinin verdiği konforun da etkisiyle, mutfağını çok iyi idare etmiş bir kadındı. Dedemin vefatından hemen sonra İstanbul’a göç eden aile, yanında lüksü getirmese de, mutfak zenginliğini ve kültürünü getirmiş.

Baba tarafımda, her ay bütün aile bireylerinin toplandığı, ziyafet havasında geçen, muhteşem bir sofra kurulurdu. Anneannemin aksine, babaannemin mutfağında baharatın mutfağının zenginliğine katkısı yadsınamazdı. Kapıdan içeri girer girmez, zeytinyağlı dolmanın içindeki nane, tarçın, karabiber, yenibahar; soğuk köftenin içindeki keskin kimyon ve yeni kızarmış mücverin içindeki nanenin ve reyhanın buram buram kokusu, Erenköy’ün en müstesna  semtinde bir apartman dairesinde yaşayan babaannemin evinin kapısında karşılardı bizi.

Ailenin tüm çocukları, arka odada hazırlanmış bir masanın etrafında büyüklerden ayrı olarak yerlerdi yemeklerini. Ben bundan nefret ederdim. Neden büyüklerden ayrı yemek yediğimize bir türlü anlam veremezdim. Halamın kızı benden 4 yaş büyüktü. Ben dokuz yaşındayken o büyükler ile oturup yemek yemeğe başlamıştı. Bende bir an önce o sofrada yerimi almak istiyordum ki, benim için o sofrada oturmak büyümemin göstergesiydi. Bütün kuzenler –halamın kızı hariç- yaş olarak, birbirimize yakındık. Büyüklerin sofrasında yer almamız hep birlikte oldu. O sofradaki yemek ile, çocuklara verilen yemekler de farklıydı elbette. Amerikan salatası, rus salatası, bilumum ot salataları, soğuk köfte, mücver, zeytinyağlı dolma, büyüklerin sofrasını süslerdi. Bize ise istediklerimizden bir tabak hazırlanırdı. Ama bütün bunları tek bir masa üzerinde görmek, ve tüm yemeklerin kokularını birbirine karıştırarak içime çekmek çok daha keyif verirdi bana.

 
Bütün çocukluk anılarımda, annem iş kadını olduğu için, anneannemin ve babaannemin mutfağı çok önemli yer tutar. Her ikisinin de kendine has özellikleri vardı. Biri fakirlikten gelmiş, elindekilerle mutfağını zenginleştiren, öteki ise para sorunu olmamış ve bu rahatlığı, o dönemde altın değerinde olan bin bir çeşit baharatı layıkıyla kullanan, iki farklı kültürün mutfağını da gözlemleyip, her ikisinden de bir şeyler öğrenmeğe çalıştım. Başardım mı bilmiyorum ama ben de onların üzerine bir şeyler katarak  yoluma devam etmeye çalışıyorum. Benim de çocuklarım benimkilerin üzerine koyarak devam edecekler sanırım.

2 Kasım 2011 Çarşamba

"Bunlar hep seni çok sevdiğim için oluyor"


İki gündür iş yerimde işim olmadığı için, seyretmeyi çok istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım iki filmi izledim. Biri “Ya Sonra” Özcan Deniz ve Deniz Çakır’ın oynadığı, diğeri de “Aşk Tesadüfleri Sever” Mehmet Günsur ve Berçim Erdoğan’ın oynadığı… Ya Sonra’da , 7 yılın üstüne bitmiş sanılan bir evliliğin, aslında nasıl da bitmediği, sadece ve sadece hem kadının hem erkeğin, ellerinden geleni yaptıkları halde, yetmediği anların olduğunu, aslında çok küçücük bir şeyle karşı tarafın mutlu edilebileceğinin  hikayesi var. Sonuç olarak taraflardan bir tanesi, elbette ki kadın boşandıktan sonra bir başkasıyla evlenirken, kocanın aklının başına gelmesi, kadının da aslında onu ne kadar sevdiğini anlamasıyla son buluyor. Şimdi bu filmde kadın soruyor kocasına “Ben arkadaşların ve işin ve diğer şeyler arasında hayatının neresindeyim?” diye. Filmin başında erkeğin verdiği cevap; “Sen karımsın ve ben seni çok seviyorum”. Kadın için yeterli gelmiyor bu, çünkü zaten anı kurtarmak için sarf edilmiş bir cümle. O zamana kadar iş işten geçmiş, zaten kadının kafasında bitmiş ve gel gitler başlamış bile. Filmin sonunda adam bu soruya tekrar cevap veriyor “Hayatımın tam ortasındasın, herşeyimsin, sensiz ben bir hiçim”. Nasıl bir ifade ama, seni seviyorumdan daha etkili ve daha vurucu değil mi?

Eeeee burada sormak lazım şimdi, neden bu adam sonuna kadar bekledi diye, illaki kaybetmesi mi gerekiyordu karısını… Sanırım evet. Hem kadın için, hem de erkek için durumun vahim ve ehemmiyeti maalesef kaybetmeden anlaşılamıyor. Evdeki piliç tavuğada dönüşse, sonuçta o nasıl olsa hep el altında mantığıyla birbimize baktığımız müddetçe, maalesef bazen kayıplar geri döndürülemez olabiliyor. Keşke her şey baştaki gibi olsa dediğimiz zamanlar da bizde kendimizi sorgulamalıyız, acaba biz baştaki gibimiyiz diye.

İkinci film de, uzun yıllardır süren ilişkisi evliliğe doğru giderken, çocukluk aşkıyla karşılaşan ve ona yeniden aşık olan bir genç kadının hikayesi anlatılıyor. Bu filmde de, erkek kız ile tartışıyor, onun oyunculuk yapmasını istemediğini, zaten başarısız olduğunu falan söylüyor. Tartışmanın sonunda kıza "Bunlar seni hep çok sevdiğim için oluyor" diyor. Birinin birini çok sevdiği için hayatına müdahele etmesi nasıl bir şeydir. Sen zaten onu tanıdığında bu işi yapmıyormuydu ya da karakteri bu değil miydi ki şimdi değişmesini istiyorsun? (Beni bu kadar çok sevme, beni değiştirecek kadar, kendi istediğin kalıba sokacak kadar, her türlü fedekarlığa varım, ama yapmaktan keyif aldığım bir şeyden beni alıkoymak, beni mutsuz edecek dolayısıyla sen de mutsuz olacaksın) Parantez içindekiler ben filmi izlerken kafamdan senaryoya eklediğim replikler. :)  Neyse filmin sonunda kız nişanlıdan ayrılacak; kız nişanlıya soruyor “En son ne zaman sadece ben orada olduğum için bir yeri sevdin, ya da en son ne zaman bana dokunduğunda için ürperdi”. Erkeğin verdiği cevap “Saçmalama ben seni seviyorum”. İşte tam da ilişkinin koptuğu an…  

Her iki filmde de "Seni seviyorum"un yetmediği yerlere dikkat! 

Sonuç, iki gün üst üste bu filmleri seyrettikten sonra, eve geldim bir sevgi kelebeği şeklinde, eşim de eve geldi. Ona sarıldım, kucakladım, sevgimi akıttım. Yemek yedik ailecek. Bir ara beni ne kadar seviyorsun diye sordum. O da “çok” diye cevap verdi. Peki hadi gel  o zaman buraya da konuşalım biraz dedim. Kediliğim tutmuştu, sırnaşmak istiyordum. O ne dese beğenirsiniz; “Dur şimdi şu telefonu yeni elime aldım, biraz bakayım sonra” dedi… Ya Sonra, ya sonrası ben kalakaldım, o devam etti telefonuyla oynamaya. Kendi kendime sordum, ne zaman böyle olduk biz, fazla şey mi bekliyorum, aynı diğer kadınlar gibiyim ben de v.s. diye. Evet sanırım fazla şey bekliyordum. Telefonunu yeni almıştı. Önce onunla ilgilenmesi gerekiyordu, adamı rahat bırakmalı ve kapris yapmamalıydım. Netice, geri çekildim ve bıraktım telefonuyla onu baş başa….