Sayfalar

12 Kasım 2011 Cumartesi

Yemenin dayanılmaz hafifiliği...

Hayır hayır, yanlış yazmadım. Milan Kundera’’nın unutulmaz  eseri, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” üzerine değil konumuz. Terasa’nın Tomas için hazırladığı muhteşem akşam yemeği sofralarının sonunda, Tomas’ı beklerken uyuya kalıp, o geldikten sonra yanına usulca sokulduğunda, saçlarının arasındaki başka kadınların apış aralarının kokusunu içine çekerek uyumak zorunda kalışından da bahsetmeyeceğim burada…

Gittikçe meraklandınız değimli? Konumuz, havada uçuşarak “Paix de deux”* yapan balet ve balerinlerin yemeğe bakış açıları, yemeği nasıl gördükleri ve nasıl yorumladıkları. Ben bu konuya nasıl geldim onu biliyorum, ama benden önce bunu merak edip inceleyen olmuş mu bundan emin değilim. Ben nasıl geldim, neden onca konu varken böyle bir şeyi merak ettim, öncelikle bu hususta sizi aydınlatayım biraz. Bir akşam, AKM’de görsel ve işitsel bir şölen izliyordum. Önemliydi benim için, çünkü hem İstanbul’da sezonun ilk bale gösterisiydi. “Tango Europa” geçen sene Ankara’da sahnelenmişti, bu sezonda da İstanbul’da turne yapıyordu. İlk sahne arasında yanımdaki arkadaşım ile eserin eleştrisini yaparken,

“Bu kadar kıvrak olabilmek ve uzun yıllar boyunca formda kalabilmek için bu insanlar ne yer ne içer” diye sordum. Yanımdaki arkadaşım bir dönem Konservatuar'da bale eğitimi almıştı. “Biz konservatuarda iken, bize hocalarımız tarafından öğütlenen, günü yarım greyfurt ve bir avuç ceviz yememizin yeterli olduğuydu" dedi. Bir an durdum, nasıl olabilir ki dedim kendi kendime, bu kadar az yiyerek enerji gerektiren bir sanat nasıl yapılır ki? Sonra konu üzerine tartışmaya başladık. Biz de bir sanat yapıyoruz, aslında yemek pişirmek de bir sanat. Eğer öyle olmasaydı Güzel Sanatlar Fakültesi’nin altında böyle bir bölüm açılmazdı. Bir tabaktaki renk uyumunu düşünerek bütün tabağı dizayn etmek, okul hayatımızın başında aldığımız temel sanat eğitimi dersinin bize kazandırdıklarının bir sonucu. Peki biz baleyi görsel bir sanat olarak görüyor ve algılıyoruz, acaba onlar bizim sergilediğimiz sanata –ya da biz sanat diyoruz ama pek çok insan gibi onlarda yemek altı üstü, pişirmenin ve tabağa koymanın ne sanatı olabilir ki diye mi düşünüyorlar- hangi gözle bakıyorlar. İşte bir sahne arasında birlikte bunları tartışırken ve konuşurken, bu konuyu ele almaya karar verdim.   Şahsen benim daha önceki yıllarda sanat ile sadece izleyici ve dinleyici olarak alakam vardı, ama arkadaşımın cephesinde durum farklıydı. O hem çok küçük yaşta başlamıştı sanat ile iç içe yaşamaya, hem de ilerleyen yaşlarında şu an yapmış olduğu yemek yeme ve pişirme uğraşısının içine bunu adapte etmişti. İlerleyen zamanlarda ben de bunu öğrenmiş ve her şekilde yemeğimi yerken ve lokmaları boğazımdan mideme doğru indirirken, farkına vararak ve bilerek yemek yemeği öğrenmiştim. Elbette, bu okulun bana kazandırdığı çok önemli bir özellikti. Her şeyin kimyasını ve tahlilini yaparak yemek yemek herkesde var olan bir alışkanlık değildi. Ben şanslıydım.  

Tekrar dönelim konumuza,  benim bir yakınım aracılığı ile –uzun süren, aslında hiç de kolay olmayan bir süreçti bu- AKM bale sanatçılarıyla bir söyleşi yapmak için girişimde bulundum. AKM’nin oda tiyatrosu tarafından girildiğinde ikinci katında, hem kulis araları, sanatçıların toplandığı, hem de sanatçı yakınlarının kabul edildiği küçük bir kafeterya var. Eskiden burada alkol servisi de mevcut idi, fakat şimdilerde  alkol değil kahve ve bilumum çeşit çay içilebilen bir yere dönüştü.

İlk etapta mesleğe yeni girmiş yaşları 16 ile 22 arasında değişenler ile sohbetime başladım. Yeni yetişmiş genç kuşak daha idealist idi. Beslenme konusunda son derece titiz bir tavır sergiliyorlardı. Gerçektende sadece onlara günlük enerji verebilecek kadarını yiyorlar, fazlasını tüketmiyorlardı. Böylece hem formda kalıyorlar, hem de sağlıklı beslenmiş oluyorlardı. K. K. ;



“Elbette zaman zaman bizde kaçamak yapıyoruz. Özellikle hafta sonları ve Pazar sabahları abarttığımız oluyor. Ama, sonrasında durumu dengeliyoruz.”

dedi. Bu kaçamaklar esnasında, nerede ve nasıl yediklerinin pek de önemi yoktu, bana söylediklerine göre… Sadece yemek yemenin ve birlikte bir şeyler yapabilmenin keyfini çıkarıyorlardı. Genellikle seçtikleri yer ise, Taksim’de Park Kafe oluyordu. Aslında farkında olmadan İstanbul’un en iyi bistro mutfaklarından birine sahip olan –bira ve patatesi dillere destandır- ve çoğunlukla da sanatçıların tercih ettiği, bizlerin çok fazla bilmediği bir mekânı seçiyorlardı.

Yaş aralığı 20’lerden 30’lara doğru geçtiğinde ise artık, ne yediklerinin önemi kalmadığını vurgulayıp, ne bulurlarsa onu yediklerini, çok da memnun olmadan ifade ediyorlardı. Özellikle prova aralarında, dışarıdan söyledikleri hamburger, döner, kokoreç v.b. şeyler ile açlıklarını bastırıyorlardı.Yemenin dayanılmaz hafifliği açıkça kendini belli ediyor ve bu hafifliğe kapılıyorlardı.

 Ö. Ç. ;

“Belli bir zaman sonra bizden önceki kuşaklar gibi mevcut olan idealistliğinizi kaybediyorsunuz. O an neyi canınız çekiyorsa ya da neyi bulabiliyorsanız onu yiyorsunuz” diye belirtti.

“Zaten yemek için daha fazla harcayacak zamanınız da olmuyor. Hepimizin buranın dışında süren bir hayatı var. Çoğumuz da bekârız, düzenli bir yaşam olmayınca, düzenli bir yemek alışkanlığı da olamıyor maalesef” diye sürdürdü konuşmasını…

30 yaşı yeni geçmiş ya da 35’lerini süren bale sanatçılarının ise kesinlikle diğer iki gruptan da farklı alışkanlıkları vardı. A. A. ;

“Kendi adıma konuştuğumda, yemek yemek de, yapmak da benim için çok büyük zevk” diyordu.

“Hem dışarıdan, hem de buradan arkadaşlarım ile  bir yerlerde yemek yiyecek isem, kesinlikle mutfağı iyi olan, nezih, keyifli, gözüme ve damağıma hitap edecek, her ikisini de doyuracak yerleri tercih etmeğe çalışıyorum.”

Seçtiği mekanlar için isim vermesini rica ettim kendisinden;

“Uluslar arası mutfaklardan hoşlanıyorum genelde. Herkes kendi zevkine göre bir şeyler bulabiliyor. Bunların başında da Loft geliyor, atmosfer, personel, şaraplar, her şey tam bir uyum içinde. Papermoon diğer bir seçeneğim oluyor. Deniz mahsulleri üzerine de Eyüp’de ki Giritli inanılmaz başarılı… Kendi evimde verdiğim yemek davetlerinde, yurt dışı turnelerimde almış olduğum ünlü şeflerin yemek kitaplarındaki tarifleri uygulamaya çalışıyorum elimden geldiğince.” diye ekliyor.

A. Ü. ise;

“Benim mutfağım oldukça büyük, tencere içinde çorbamı yaparken bir yandan kaşığı tencerede çeviriyor öte yandan da ‘fovette’* ve ‘jete’ ** yapabiliyorum. Böylece yemek benim için kendime ait figürleri sergilediğim bir mekanda bir zevk ve keyif unsuru haline dönüşüyor. Şarap konusunda oldukça iyi bir kava sahibim. Bu konuda epeyce de kitap okudum. Hangi üzüm nerede yetişir, hangi şarap nasıl tadılır, aldığım şarabı ne kadar saklayabilirim, şarap terimleri v.b. gibi pek çok şeyi edindiğim kitaplardan öğrendim.”

Bu görüşmelerin sonucunda anlıyorum ki, aslında bale sanatçıları arasında yemek yemek ve yapmak sanat olarak görülmüyor. Aksine onlar sadece yemiş olmak için ve birlikte vakit geçirebilecekleri anlarda bir yandan sohbet ederken öte yandan da önlerine ne gelirse onu silip süpürmek için yapılan bir eylem ve ihtiyaç. Yaş ilerledikçe  yemeğe bakış açısı daha bir anlam kazanıyor. Sanırız ki, hayatın anlamı bile 30’undan sonra anlaşıldığına ve sürülen yaşam bu zamandan sonra daha keyifli hale dönüştüğüne göre, yemek de onlara göre bir sanat haline dönüşüyor.

Son olarak Y. A. ;



“Aslında bizler sahnede sanatımızı sergilerken, sizler de yemek masalarımıza getirilen şahane yemekleri, aynı bizim sahne arkasında yaptığımız provalardaki gibi, defalarca deneyerek pişiriyorsunuz. O muhteşem tatları ve tabaktaki renk ahenklerini elde etmek için, aynı bizler gibi kim bilir kaç kez deniyorsunuz. Bizler ‘painte’yi*** iyi yapabilmek için ilk sahne  zamanlarımızda aylarca denemeler yapmak zorunda kalmıştık, sizlerde bu lezzetlere ulaşmak için aynı yoldan geçiyorsunuz sanırım.”

Dediğinde, aslında onların yemeğe ve mesleğimize bakış açılarına bir yön verdiğimi anlamıştım. Yaşça genç olanlar da artık ağızlarına aldıkları her lokmada biz aşçıları akıllarına getireceklerdi. Bundan hiç şüphem yoktu. Yemek yemek de yapmak da artık bir sanat olarak algılanmıştı onlar tarafından. Yemeği nasıl algıladıklarını anlamak amacıyla yazmak istediğim bu küçük makale sayesinde, onlara bunun bir sanat olduğu fikrini farkında olmadan aşılamıştım.

Son söz olarak, dünyadaki yedi sanatın üzerine artık bir sekizinci olduğunun farkına varılma zamanıdır diye düşünüyorum.

*Bir bacak yukarıda iken diğerinin hızla kalkıp inmesi ve tam bir dönüş yapma figürü.
**Tek bacakla sıçradıktan sonra diğerinin üzerine inmek (uçmak).
***Ayak parmaklarının ucunda, üzerinde dans etmek.

(Yukarıdaki yazı 2007 yılında, üniversitede aldığım bir ders için hazırlanmış bir projedir. Bazı yerleri gerçek, bazı yerleri de kurgudur)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder