Anneannem büyüttü beni. Onun dolmasını onun köftesini, onun mantısını, onun tutmaç çorbasını yiyerek ve onun mutfağından çıkan kokuları içime çekerek büyüdüm, küçük bir oda bir salon taş bir müştemilatta... Çok fazla baharat çeşidi bilmezdi anneannem. Bilindik çeşitleri; karabiberi, kimyonu, yenibaharı, pul biberi daha sıklıkta kullanırdı.
Anneannem ve dedem bu sefer erkek çocuk buluruz diye peş peşe 6 tane kız çocuk sahibi olmuşlar. Altıncı kız geldiğinde artık ona bakacak maddi güçleri yokmuş. Dedemin kız kardeşi ve eşi de yıllarca uğraşıp çocuk sahibi olamamışlar. Böylelikle, en küçük kız çocuk Bursa’da yaşayan halasına evlatlık verilmiş. Yıllarca kendisini tatillerde ziyarete gelen kuzenlerinin aslında kardeşleri olduğunu bilmeden büyümüş teyzem. Çok sonraları beş kardeşi olduğunu öğrendiğinde de uzunca bir zaman annesini ve babasını, haklı olarak, affedememiş. İstenmeyen kız evlat olduğuna mı yansın, aldatılmış ve kandırılmış olduğuna mı bilememiş. Lakin, nasıl ki et tırnaktan ayrılmaz ise öz annesini ve babasını yaşlılıklarında affetmiş ve gerçekle yüzleşmiş. Bütün hayatı boyunca, sorunlu geçirdiği genç kızlık döneminin getirdiği travma sonucu kimi zaman farkında olarak, intikam içgüdüsüyle, kimi zaman farkında olmayarak bilinçaltının ona oynadığı oyunların sonucu olarak sürekli hatalar yaptı teyzem ablalarına karşı. İçten içe onlarıda suçladı, bunca zamandır onu kendilerinden uzak tuttukları ve yıllarca kocaman bir yalana ortak oldukları için. Her seferinde affedildi. Şimdilerde ise, sorunsuz gidiyor ilişkileri. Herkes gelebilecek zararları az çok farkında ve birbirlerini incitmemek için de korunma kalkanlarını ona göre kuşanıyorlar.
Benim çocukluğum ise, bütün tek çocukların hikayeleri gibi sıradan ve sıkıntılı, oldukça sorunlu bir sürecin parçasıydı. Tek çocuktum. Aslında bu cümle pek çok şeyi açıklıyor, genel anlamda. Ama ben yine de detayları anlatayım. Üç yaşına kadar annem baktı bana. Sonrasında çalışmak zorunda olduğu için, yuvaya verildim. Yuva evimize yürüme mesafesinde, büyük bahçesi olan, o bahçede de kaydırak, tahtıravalli, salıncak barındıran tek katlı bir evden ibaretti. O dönemde yuvaya giden bütün çocuklar, benim hissettiklerimi ya da duyduğum kokuları duyumsarlar mıydı, hatta hatırlarlar mı bilmem ama, bilinçaltıma yerleşmiş olan oldukça ağır bir yemek kokusu vardı yuvanın. Nefret ederdim o kokudan. Bu yüzdende orada çıkan hiç bir yemeği yiyemezdim. Çok lezzetsiz, tatsız tuzsuz gelirdi bana bütün yemekler. Öğretmenlerim de anneme, yemek yemediğim için beni sürekli şikayet ederdi. Çocuk olduğum için maalesef yemek yiyemememin sebebini de izah edemezdim. Çünkü, ben bile bu sonuca, yıllar sonra zaman içinde anılarıma geri yolculuk yaparken vardım. Evlenip çocuk sahibi olduğumda, kendi çocuklarımı yuvaya göndereceğim zamanlarda, istanbul’un hatırı sayılır yuvalarını, kapıdan içeri girdiğimde, aynı kokuyla karşılaştığım için geri çevirdim kendimce.
Şimdi anlatacağım sahneyi, o zamanlar dört yaşında olmama rağmen, dün gibi hatırlıyorum. Bir bahar sabahıydı. Yuvada belli belirsiz bir kahvaltı yaptıktan sonra, bahçeye çıkmıştı herkes. Benimse oynamak içimden gelmiyordu. Bahçeye açılan kapının önündeki merdivenlere oturmuş, etrafıma bakınıyordum. Anneannemde, o gün en büyük teyzemi ziyarete giderken, benim yuvamın önünden geçiyormuş. Beni merdivenlerde tek başına oturur, somurtur vaziyette görünce hemen otobüsten inmiş ve annemi arayarak, “o çocuğu hemen yuvadan alıyorsun, ve bana getiriyorsun, bundan sonra ben bakacağım” demiş. Böylece, anneannemin evindeki yaşamım başlamış oldu. Hafta içi onunla kalıyordum, hafta sonları ise annem iş dönüşü beni alıyordu. İlkokula başlayana kadar bu böyle devam edip gitti. İşte bir klasik, bilindik çalışan ebeveyn ve arada kaybolmamaya çabalayan tek çocuk hikayesi.
Yaz kış bahçede oynardım. Çok geniş bir balkonu vardı anneannemin evinin. Mutfak penceresi de doğruca balkona açılırdı. O mutfakta pişen her yemeğin kokusu tüm bahçeye yayılırdı. Ben balkonda evcilik oynarken, gelen kokudan o günün menüsünü anlardım. Özellikle köftenin kendine has bir kokusu vardı. Köfte en favori yemeğimdi, sanırım her çocuğun olduğu gibi.... O zamanlar içine neler koyardı anneannem bilmiyorum ama, annemin yaptıklarından ya da başka yerde yediklerimden çok daha farklı ve güzel olurdu. İki lokmada bitirilebilecek köfteler kızarmaya başladığında, beynimin bütün kıvrımlarındaki acıkma duyuları harekete geçer, hemen içeri girer, anneannem köfteleri kızartırken ben yanında sabırsızlık içinde, zıp zıp zıplayarak, çoğu zamanda azar işiterek, daha yeni tavadan çıkmış, ağız yakan sıcaklıktaki köfteleri ellerimle mideme indirmeye başlardım. Hafta sonları ailemin evine döndüğümde, annemde köfte yaparsa onunkileri beğenmez, eleştirirdim boyuma bile bakmadan. Şimdilerde annem de aynı anneannem gibi köfteler yapıyor. Sırrı ise yılların tecrübesi ve içine giren bol miktardaki kimyon da saklıymış. Bir de anneannem mübadele zamanından kalma bir kadın olduğu için, yokluk nedir bilir ve köftenin içine kıymasını az, ekmeğini ve soğanını çok, baharatını ise bol koyarmış. Bütün lezzetde oradan gelirmiş.
Yaz aylarına denk gelen, Ramazan aylarında, henüz daha dokuz yaşında bir çocuk iken, oruç tutmaya karar verirdim. Anneannem ise bana kıyamaz, “kızım küçüksün, sen tutma, bu kadar uzun süre aç kalmamalısın” derdi, ama ben inatçı olduğum için dinlemez, onlar ile sahura kalkar, devamında da oruç tutardım. Öğle saatleri geçtiğinde, karnım acıkır, midem kazınır, ama yiğitlikten asla söylemez, orucu tutmaya devam ederdim. Anneannem benim inadımı kıramayacağını bildiği için, kendince bir taktik geliştirmişti. Sabahtan akşam yemeğine diye mantı hamuru tutar, banada bol karabiber ve kırmızı biberle hazırlanmış olan içini doldurttururdu. Benim kapattıklarımı bir yandan haşlamaya başlardı. Tabiki ben dayanamaz, sarımsaklı yoğurt ile iki tabak mantıyı mideye indirirdim. Yedikten sonra da tüm saflığımla “anneanne, günah olmadı mı şimdi, orucum bozuldu?” diye sorardım. O da “ yok kızanım, çocukların orucu öğleye kadardır, sen yine sevap kazandın” diyerek beni kandırırdı.
Babaannemin mutfağı ise daha zengindi baharat yönünden. Babaannem, ailesiyle Midilli mübadelesinden gelip Ayvalık’a yerleşmiş. Irkında olan egeli kanı mutfağına da geçmiş, muhteşem görgülü, bunun yanında dedemin zenginliğinin verdiği konforun da etkisiyle, mutfağını çok iyi idare etmiş bir kadındı. Dedemin vefatından hemen sonra İstanbul’a göç eden aile, yanında lüksü getirmese de, mutfak zenginliğini ve kültürünü getirmiş.
Baba tarafımda, her ay bütün aile bireylerinin toplandığı, ziyafet havasında geçen, muhteşem bir sofra kurulurdu. Anneannemin aksine, babaannemin mutfağında baharatın mutfağının zenginliğine katkısı yadsınamazdı. Kapıdan içeri girer girmez, zeytinyağlı dolmanın içindeki nane, tarçın, karabiber, yenibahar; soğuk köftenin içindeki keskin kimyon ve yeni kızarmış mücverin içindeki nanenin ve reyhanın buram buram kokusu, Erenköy’ün en müstesna semtinde bir apartman dairesinde yaşayan babaannemin evinin kapısında karşılardı bizi.
Ailenin tüm çocukları, arka odada hazırlanmış bir masanın etrafında büyüklerden ayrı olarak yerlerdi yemeklerini. Ben bundan nefret ederdim. Neden büyüklerden ayrı yemek yediğimize bir türlü anlam veremezdim. Halamın kızı benden 4 yaş büyüktü. Ben dokuz yaşındayken o büyükler ile oturup yemek yemeğe başlamıştı. Bende bir an önce o sofrada yerimi almak istiyordum ki, benim için o sofrada oturmak büyümemin göstergesiydi. Bütün kuzenler –halamın kızı hariç- yaş olarak, birbirimize yakındık. Büyüklerin sofrasında yer almamız hep birlikte oldu. O sofradaki yemek ile, çocuklara verilen yemekler de farklıydı elbette. Amerikan salatası, rus salatası, bilumum ot salataları, soğuk köfte, mücver, zeytinyağlı dolma, büyüklerin sofrasını süslerdi. Bize ise istediklerimizden bir tabak hazırlanırdı. Ama bütün bunları tek bir masa üzerinde görmek, ve tüm yemeklerin kokularını birbirine karıştırarak içime çekmek çok daha keyif verirdi bana.
Bütün çocukluk anılarımda, annem iş kadını olduğu için, anneannemin ve babaannemin mutfağı çok önemli yer tutar. Her ikisinin de kendine has özellikleri vardı. Biri fakirlikten gelmiş, elindekilerle mutfağını zenginleştiren, öteki ise para sorunu olmamış ve bu rahatlığı, o dönemde altın değerinde olan bin bir çeşit baharatı layıkıyla kullanan, iki farklı kültürün mutfağını da gözlemleyip, her ikisinden de bir şeyler öğrenmeğe çalıştım. Başardım mı bilmiyorum ama ben de onların üzerine bir şeyler katarak yoluma devam etmeye çalışıyorum. Benim de çocuklarım benimkilerin üzerine koyarak devam edecekler sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder