Sayfalar

19 Aralık 2011 Pazartesi

Kızım'a mektup...

Uzun zamandır yazmayı planladığım bir mektup bu. Benim seninle ilgili hislerimi yeterince açıklar mı bilmem. Ama az da olsa yardımı olur sanırım. Neresinden başlayacağımı da bilemiyorum şu an için, ama gelir herhalde.

Çocukluğuma baktığımda, annem ile ilgili anılarımda, ergenliğime denk düşen kısmı bir kabus. Hiç kolay bir ergenlik geçirmedim ben hatırlıyorum. Detayları başka bir yazıda anlatırım bir gün, ama annem ile olan diyaloğumdan berbat olduğunu hatırlıyorum. O zamanda kendi kendime söz vermiştim, bir gün kız çocuğum olursa, ben ona farklı davranacağım ve asla annemin benim ergenlik dönemimde bilmeden de olsa yaptığı hataları ben kendi kızıma yapmayacağım diye. Ne kadar başardım bilemem, muhtemelen sen de şu sıralar aynısını kendine söylüyorsundur. Bu bir kısır döngü çünkü. Hiç bir kız çocuğu, bu dönemlerde annesini beğenmez.

En başa dönmek istiyorum. 1994 yılının bahar aylarında, yumurtalıklarımda ki iltihap yüzünden epeyce çekmiştim. Tahliller, iğneler, hastaneler, ultrasonlar v.s. arasından mekik dokuyordum. Neredeyse 20 yıllık doktorluğumu yapan jinekoloğum, pek bir şey söylemiyordu ama iğnelerden, çektiklerimden durumun ehemmiyetini farkındaydım. Beni telaşlandırmak istemiyordu sanırım. Zaten oldukça sakin sessiz, telaşsız biriydi. Tam bana göreydi yani. Çalışıyordum. Tahlillerimi, reçetelerimi aldım. Haftada bir kez gelen şirket doktorumuza gösterdim. Adam endişeli bir yüz ifadesiyle, tahlilleri inceledikten sonra, durumu anlattı bana. O zaman ciddiyetini fark ettim. Belki de çocuk sahibi olamayacaktım. Ya da bu tedavi süreci o kadar uzun sürebilirdi ki, çocuk sahibi olmam gecikebilirdi. Durum vahimdi. Bütün bunlar Şubat-Mart ayları civarı gerçekleşiyordu. Çok üzülmüştüm. Yaşım 25'di. Bir çocuğum olmasını çok istiyordum. Tedavim uzunca bir süre devam etti. Tedavi Mayıs aylarında bitti. Kendi doktorum, bunu çok fazla kafaya takmamamı, yaşımın genç olduğunu, elbet her şeyin yoluna gireceğini söyleyerek uğurlamıştı beni son muayneden sonra. Mümkün müydü kafama takmamam. Hırs yaptım, ne demek yaşım gençti, her şey yoluna girerdi. Ben çocuk istiyordum, hem de hemen, 3-5 yıl sonra değil. Hemen olmalıydı. Daha ikinci belki de üçüncüyü de doğuracaktım. Ağustos ayının başında, muaynehanesinin kapısından girdim ve ben hamileyim galiba doktorcuğum dedim. Yok canım olamaz dedi. Ultrasonda doğruluğunu görünce, "aman lütfen kendini hiç hazırlama, biliyorsun bunu çok uzun zaman boyunca beklemiyorduk, üç ay geçsin, ondan sonra sevinelim" dedi. Peki dedim, ama içim içime sığmıyordu. Çok mutluydum. Üç ayı devirdik, sana bir şey olmadı şükür.

Çok zorlu bir süreç oldu hamileliğim. İlk 6 ayı hep raporlarla geçti. Korkunç mide bulantıları çekiyordum. Sürekli kusuyordum. 52 kg ile hamile kalmıştım, 4. ayda 46 kg.ya düşmüştüm. Yediğimi kusuyordum. Hastanelerde serumlarla besleniyordum. 5. aydan sonra ufak ufak mide bulantılarım kesilmeye başladı. Ben de sanki o beş ayın acısını çıkarırcasına, kıtlıktan çıkmış gibi yemeğe başladım. Doğuma girdiğimde 66 kg.dum. Yani toplamda 20 kg almıştım. Bu arada, baban da ben de cinsiyetini öğrenmek istemedik. İlk bebeğimizdin, önemli değildi, sağlıklı olsan yeterdi. Sürpriz olsun istiyorduk. Ama ben ilk çocuğumun erkek olmasını çok istiyordum. İkincisi kız olsun ona abilik yapsın diye. İçimde hep bir abi özlemi vardı ya, işte bu yüzden erkek çocuk istiyordum. Baban ise her erkek gibi erkek çocuk istiyordu. Bunu hiç açık seçik dile getirmedi ama ben biliyordum, hissediyordum. Soranlara sağlıklı olsun yeter diyorduk. Her şey yolunda giderse normal doğum yapacaktım. Korkmuyordum. Doktorumuz,ultrason verilerine göre 9 Nisan'da doğum diyordu. Son ayda kontrollerim sıklaşmıştı, en son kontrole gittiğimde, doğumu planlarken, doktoruma eğer erkek olursa hemen hastanede sünnet olmasını istediğimi ve bunun için çocuk cerrahı ile görüşmesini rica ettim doktorumdan. O da döndü ve"durun bakalım ne kadar eminsiniz erkek olacağından, hele bir doğsun sonrasına bakarız" dedi. Biz gerçekten de cinsiyetini öğrenmemiş olmamıza rağmen, o kadar emindik ki erkek olacağından. Baban da ben de itiraf etmiyorduk birbirimize ama, erkek olsun istiyorduk. Her ikimizin de nedenleri farklıydı elbet. 9 Nisan geldi, bir pazar günüydü. Melek Teyzenler ve Sibel Teyzenler sabah kahvaltıdan hemen sonra bize geldiler. Normal doğum olacağını biliyor olmamıza rağmen, nasıl bir cahillik ise bizimkisi, sen sanki tam gününde doğacakmışsın gibi bekliyorduk Bekledik, bekledik, bekledik sonra da kendi kendimize güldük. Aptallığımıza güldük. Herkes evine gitti. Ertesi gün Nine'nin doğum günüydü. Akşam dedenler bize gelecekti. Bizde anneannen ile Jodie Foster'ın Oscar almış olan "Nell" filmini izlemeye gidecektik. Tesadüf bu ya, sinemada doktorumun muaynehanesinin hemen altındaydı. Sinema çıkışında da eksik kalan bir kaç parça bebek eşyası vardı, onları tamamlayıp eve dönecektik. Sabah bir uyandım, doğumdan önce bazı kadınlarda olan ve işaret olarak tanımlanan ufak bir kan lekesi geldi. Saatin 9 olmasını bekledim. Aramızda en son doğum yapmış olan Bilge Teyze'ni aradım. Durumu izah ettim, "aman dikkat et. Evde otur hiç bir yere çıkma" dedi. Dinler miyim, anneme ve başka kimseye söylememesini tembih ederek, anneannenle buluştum ve 11'deki matineye girdik. O sırada doğum sancılarım yarım saatte bir yokluyordu. Ama ben anneme hiç bir şey belli etmedim. O zamanlarda daha cep telefonları olmadığı için iletişim ağı da zayıf olduğundan, aile de anneme ulaşamıyordu. Şansım yaver gidiyordu, hayırlısıyla annemi telaşlandırmadan seni doğuracaktım, hatta belki de bir sinema salonunda. Olmadı tabi ki. Film bitti ben anneme hazır oralardayken doktora gözükelim bari dedim ve hemen sinemanın üst katındaki muaynehaneye çıktık. Kapıdan girer girmez doktoruma elimle sus işareti yaptım. Muayne etti, açılma başlamış ama daha vakit çok dedi. Eve git sancıların 10 dakikada bire düşünce haberleşiriz dedi. Minibüse binebilir miyim ve bir kaç parça eksiğim var, onları da alabilir miyim dedim. Mümkünse taksiyle git cevabını alınca da taksiye bindim ve eve geldim. Sanırım akşam üstü filan olmuştu. Eve girdim baktım ninen ve deden akşam için hazırlık yapıyorlar. Bende elimden geldiğince onlara yardım ettim. Sofrayı kurduk, hep beraber yemeğe oturduk. Benim sancılarım artık 20 dakikada bire düşmüştü. Benim dışımda herkesin keyfi yerindeydi. Sancılar geldiğinde kafamı koridorun duvarlarına vuruyor, geçince oturup soluklanıyordum. Henüz kimseye haber vermemiştik. Sadece Melek Teyze'nler biliyordu. Doktorumu da arıyordum ama o da rahattı 10 dakika olmadan hastaneye geçmeyin diyordu. Baban bir peçeteye sancıların dakikalarını yazıyordu ki hesabını tutabilelim. En son saat 11'de artık ben dayanamadım, sancılar da 10 dakikaya düşünce hastanenin yolunu tuttuk. Dedenlere evde beklemelerini, bu işin belki de sabaha kadar sürebileceğini söyledik. Melek Teyzenler de bizle birlikte hastaneye geldiler. Evden çıkmadan önce, Orhan Dayı'na haber verdik ki, sen dünyaya geldikten sonra telaşlandırmadan anneanneni alıp, hastaneye gelsin diye... Hastaneye vardığımızda beni doğum odasına alıp, senin kalp atışlarını dinlediler. Nasıl güzel bir sesti odanın içinde yankılanan anlatamam. Her şey normal gidiyordu, kısmetse bir kaç saate aramızda olacaktın. Odaya çıktık. Beklemeye başladık. Aradan bir saat geçmişti. Sancıların aralığı giderek düşüyordu, ama açılma yoktu. Doktorum telaşlanmaya başlamıştı. Bende öyle... Bir elimde stres topu diğer elimde Melek Teyze'nin eli, her ikisini de sancı geldiğinde sıkıyordum. Karnıma bağladıkları aletle kalp atışlarını dinliyorduk. O kadar hızlı ve heyecanlıydı ki, sanki odanın içinde atıyordu. Tam iki kez ameliyathanenin kapısından geri döndüm. Doktorum tam sezeryana alacağım, bir şeyler yolunda gitmiyor diyordu. Ameliyathanenin önüne gelince, kalbin normale dönüyordu. En son, doktorum, kalp atışların artık 200'leri bulunca, seni kaybetme riskimizin olduğunu ve bir an önce sezeryana girmemiz gerektiğini söyledi. Apar topar ameliyathaneye indik. Beni bayılttılar. Kendime gelip gözlerimi açtığımda, yanımda pembe beyaz tenli kızılca tek tük saçlı, küçücük kulaklı, sanki silikonla şişirilmiş dudaklı bir varlık birileri tarafından bana gösteriliyordu. Kızdın, biz erkek beklerken sen gelmiştin. Nasıl güzeldin, nasıl tuzluk gibi bir bebektin anlatamam. O an ben dünyanın en mutlu annesiydim. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da az önce karnımda olan, şimdi ise kucağımda olan bu varlığa bakmaktan kendimi alamıyodum. Gözlerimden yaşlar süzülürken, anneannen, dayın, baban, Melek teyzenler, herkes oradaydı. Mucize gibiydin, inanamıyordum... Herkes biraz şaşkındı. Daha sonradan öğrendiğime göre, babana kızınız oldu dediklerinde, büyük bir şaşkınlık geçirmiş ve Orhan Amca'na dönerek "tüh el oğlu gelip kızımı alacak" demiş. Melek Teyzen ne renk kıyafet getireceğini şaşırmış, önce gitmiş yeşil tulumu almış, ardından kız olunca sen, pembe bulamamış, sarı getirip vermiş hemşireye. Gerçi ne mavi ne de pembe hiç bir şey almamıştık. Her şey ara renklerdi. Ama bocalamıştı işte Melekçiğim.

Doğumdan tam 1,5 gün sonra doktorum beni eve çıkardı. İyiydim. Her şey yolundaydı, boş yere hastanede kalmama gerek yoktu. İlk kez bebek sahibi olduğumuz için, baban da ben de çok tecrübesizdik. Seni nasıl tutacağımızı, nasıl kollayacağımızı bilemiyorduk. Anneannen de çoktan unutmuştu bildiklerini. Kör topal idare ediyorduk. Baban inanılmaz titizleniyordu. Terlik ile dolaştırmıyordu evde. Saat 9'dan sonra telefon çalınca kızıyordu. Altını değiştirirken anneannene de bana da karışıyordu. Biberonla mama verirken, 30 derecelik açıyla değil 45 derecelik açıyla tutmamızı, hava yutarsan gazın olacağını söyleyip duruyordu. Sanki önceden defalarca çocuk sahibi olmuştu ve her şyei biliyordu!!! Eve gelen misafirlerin ardından, senin ellerini ve yüzünü ıslak mendillerle temizliyordu mikrop kapmayasın diye. Anneannene bir gün geldiler ve "oğlum yeter ama bu kadar karışma" gibilerinden bir şeyler söyledi babana. Baban da dönüp "Ama anne, bizim tecrübemiz yok ki! Sanki ilk defa Mercedes araba almış gibiyim, nasıl Mercedes arabam olduğunda arabama titizlenirsem, alışana kadar, bebeğimize de o titizlikle yaklaşıyorum" deyivermişti. Yani seni bir arabayla kıyaslamış, beni çok şaşırtmıştı. Kurduğu mantık doğruydu ama betimlemesi her zamanki gibi yanlıştı.

İştahsız ama sağlıklı bir çocuktun. Ayda 100 gr alırsan sevinçten hopluyorduk. Babanın bu titizlenmesi, sen 1,5 yaşlarına kadar devam etti. O doktoru beğenmedik, başka doktora gittik, onu da beğenmedik, bir başkasına gittik. En sonunda Cerrahpaşa hastanesinde çocuk bölümü başkanı olan bir doçente, bin bir torpille randevu alabildik. Bütün tahlillerine baktı. Sen zaten yerinde duramıyordun, pilli bebekler gibi bir oraya bir buraya koşturuyordun. Adam problemin baba da olduğunu anlayıp, babana dönerek "Beyefendi siz hiç karınıza alıcı gözüyle baktınız mı. Karınızı da zayıf minyon tipli. Çocuğunuzun da böyle olması gayet normal. Yeter artık daha fazla doktor doktor gezmeyin. Çocuğunuz gayet sağlıklı. İşitmesinde problem yok, yürüyor, koşuyor" diyerek, biraz da azarlayarak bizi yolladı. Evet geçekten de çok zor yemek yiyordun. Kan kusturuyordun bize. Ama çok hareketliydin. Dur durak bilmiyordun. 9 aylıktın emekledin. Tam bir yaşında da yürüdün. Her şey normaldi. Görenleri imrendiren, zayıf ama o kadar sevimli bir bebektin. Bir yaşına kadar anneannen baktı sana. Sosyal bir kadındı, arkadaşları ve çevresi vardı. Sana bakarken yaşamı kısıtlandı elbette. İstediği gibi gezemez dolaşamaz olmuştu. Biz de babanla ona hayatını geri vermeğe karar verdik. Bakıcı araştırmaya başladık. Ben iyi bir yerde ve iyi bir maaşla çalışıyordum. Bundan vazgeçmek istemiyordum. Sonuçta mizacım da buna uygun değildi, evde oturup çocuk büyütüp tüm hayatını çocuklarına, kocasına adayacak tipte bir kadın değildim. Ama en küçüklükten kendime verdiğim bir söz vardı, çocuklarımı okul çağına kadar ben getirecektim, bebekliklerinde yanlarında olacaktım. İkilemdeydim, ya çalışacaktım seni bir kadına bırakacaktım ya da işten çıkıp kariyer planlarıma ara verip, sana bakacaktım. Sonunda ikinci seçeneğe karar verdik. Seninle evde muhteşem vakitler geçirdik. İnanılmaz hareketli bir bebektin. Diş çıkaracağın zamanlarda ateşin çıkar hiç uyumazdın. Pilli kurulmuş bebekler gibi sürekli koşardın evin içinde. Hızına yetişemezdim. En büyük problemim o dönemlerde yemek yememendi. Çok zorlardın beni, kuş kadar bir şeyler yedirmek için o kadar uğraşırdım ki, çoğu zaman sen yememek için ağlardın ben ise yediremediğim için. Bir gün evde temizlik vardı, seni de ana kucağına oturtup -ne akılsa- yemek masasının üzerine koymuştum. 7 aylık falan olmalıydın en fazla. Sen bir hareketle ana kucağıyla beraber, masanın üzerinden yere düşüverdin. 2 cm farkla kafanı eşiğe vurmaktan kıl payı kurtuldun. Tecrübesizdim, ilk çocuktun, ben de anneliği seninle birlikte öğreniyordum. Çok maceralarımız oldu böyle seninle. Boyun uzun olsun diye 3 aya kadar, her altını açtığımızda ayaklarından tutarak baş aşağı silkelerdik seni. Biri demişti bize, hem kemiklerin de yerine otururmuş. Ne cahillik! En büyük korkum kulaklarının kepçe olmasaydı. Baban işe giderdi, o kapıdan çıkar çıkmaz kulaklarını seloteyple bantlardım ki, yatarken katlanıp ta öyle kalmasın diye... Daha buna benzer ne hikayeler var seninle ilgili hatırladıkça güldüğüm.

İlk okula, birinci sınıfa başladığın günü hatırlıyorum. Bence bir çocuğun birinci sınıfa başladığı ilk gün hayatında çok önemli. Bir dolu çocuğun giydiği kıyafetin aynısını giyiyorsun, etrafında bir dolu öğretmen topluluğu seni sınıf sırasına sokmaya çalışıyor. Ben de tüm anne babaların durduğu yerde duruyorum. Gözlerin endişeyle beni arıyor, ben de sana endişeyle bakıyorum. Yaşlar hazır hem sende, hem de bende, döküldü dökülecek. Ama sen ben üzülmeyeyim diye akıtmıyorsun, ben de sen üzülmeyesin diye! Baban yok, çünkü işi çok, seninle ilgili pek çok şeyi kaçırdığı gibi bunu da kaçırıyor. Sen tüm sınıfla  ve tanımadığın bir dolu çocukla birlikte sınıfına gidiyorsun, ben de eve. O sıralardan, en yakın dostların çıkıyor ilerleyen senelerde; Elif, Elifsu, ilk aşkın Kerem, hayatın boyunca en sevdiğin öğretmenin Handan Hanım. Dördüncü sınıfa kadar aynı okulda okudun, sonra Anadolu yakasından, Avrupa yakasına, hem de o yakanın en uç noktasına Bahçeşehir'e taşındık. Okulun değişti arkadaşların da... 1 yıl bir okulda okudun, 1 yıl başka bir okulda. 2006'da babanla ayrıldık, tekrar Anadolu yakasına taşındık, sen, ben, kardeşin kendi başımıza yaşamaya başladık ve sen ilk 4 yılını geçirdiğin okuluna geri döndün. Ama aynı senin gibi arkadaşların da büyümüştü ve genç kızlığa adım atıyorlardı. Bıraktığın gibi değillerdi hiç biri. Çatışmalar, kavgalar, liderlik savaşları arasında, kendi savaşını verdin. Giderken lider olduğun sınıfında, bu sefer bir başkası liderdi. Hem bu savaşı verirken,  babanla ayrılığımıza alışmaya çalışırken, hem yeni evimize uyum sağlamaya çalışırken, sen ergenliğe adım attın. Hiç unutmuyorum, küçüklüğünde en yakın arkadaşlarından biri olan -aynı zamanda adaşın- seni bir gün öyle delirtmişti ki, evin koridorunda kendini yerden yere atıp sinir krizi geçirdin. Ben çok korkmuştum. O zamana kadar senin hiç bir taşkınlığını ya da siniri görmediğim için bu durum beni çok endişelendirmişti. Ama sen çok kısa bir sürede liderliği yine eline aldın ve o okulda okuduğun müddetçe de hiç bırakmadın.

Bu dönemlerde ben de üniversiteye gidiyordum. Çok evvelden beri içimde ukte olan bir hayali gerçekleştiriyordum. Bu zamanlarda en büyük yardımcım sendin. Henüz 11 yaşındaydın. Ben, sizin eve gelişinizden çok sonra eve geliyordum. Sen o arada, kardeşinle birlikte eve geliyor, onu ve kendini doyuruyor, evi iyi kötü toparlıyor, derslerine çalışıyordun. Bütün bunları yaparken bir de ergenlikle baş ediyordun. SBS zamanı gelmişti, hafta sonları dersaneye gidiyordun. Hiç bir şey için vaktin yoktu. Bir dolu karmaşa içinde sınava girdin, kötü olmayan bir sonuçla çıktın sınavdan. Hayatında yepyeni bir dönem başlıyordu. Liseye ilk başladığın ilk günün aynı yukarıda az önce yazdığım, birinci sınıfa başlarken ki halin gibiydi. Yine gözün bende, yaşlar hazır... Sonraları öyle bir rol üstlendik ki sınıfında, hayatının her yerinde başına iş açacak liderlik koltuğuna kısa zamanda oturdun. Şimdilerde hep dediğin bana, hayatının en güzel 1 yılını geçirdiğin. O muhteşem deniz manzaralı, muhteşem dostlukların kurulduğu o okuluna da 1 yıl sonra veda etmek zorunda kaldın. Kötü bir yıldı, lise 1 zordu, derslerin ilk dönem kötüydü ama ikinci dönem düzeldi. Tiyatro kursuna da gidiyordun ve bu sana çok iyi geliyordu.

Hayatımızdaki değişiklikler bitmemişti daha. Benim gibi ele avuca sığmayan bir anneye sahip olman belki de hayatındaki en büyük şansızlıklardan biriydi. Liseye başlamadan önceki yaz, ben okulumdan mezun olmuş ve bir iş bularak 3 aylığına, yaz sezonunu geçirmek için, Bodrum'a gelmiştik. Bir ev tutmuştum kutu gibi. Sabah saat 7'de çıkıyordum, çoğu zaman gecenin bir vakti siz uykudayken dönüyordum. O sene mercimek yapmayı, soğan kesmeyi ve makarna haşlamayı öğrendin. Yine kardeşine bakıyordun, gündüzleri de denize gidiyordun. O yaz ben de şu anda eşim olan, hayatımda çok değer verdiğim insanla tanıştım. Yaz bitmiş ve biz evlenmeye karar vermiştik. Endişeliydin, etrafımdaki herkes gibi erken daha diyordun, birbirinizi daha iyi tanıyın ve öyle karar verin. Ama senin asıl endişen bu değildi. Beni kaybedeceğinden, bir başkasıyla paylaşmak zorunda kalacağından korkuyordun. Sana ait olan tarafım bölünecekti. Çocuk ve ergen aklınla bunları düşünmekte de gayet haklıydın. Senin tarafından bakınca olay gerçekten de böyleydi. Çok zorlandın kabullenmekte, kıyametler koptu yaşantımızda. Ben, sen ve onun arasında kaldım çoğu zaman. Hatta dedene karşı bile seni savunmak zorunda kaldım. O kadar zordu ki içinde bulunduğum durum, bir yanda sen bir yanda sevdiğim adam... Ama biraz yardımla atlattık durumu. Anneanneni kaybettik o sıralarda, berbat bir hastalığın pençesine düşmüştü. 4,5 ay yoğun bakımda kaldı. Sen 3-4 kez yanına girdin. Çok düşkündün ona, çok severdin. Hatta beni şikayet ederdin ona. (Mezarına gidip hala şikayet ediyorsun aralarda) Anneannen hayatımızdaki her türlü ayrıntıyı senden öğrenirdi. Akıllı bir kadındı ve senin ağzından nasıl laf alacağını iyi bilirdi. Onu kaybetmek seni çok üzmüştü, hatırlıyorum. Kardeşinle büyük teyzenin evindeki koltukta, birbirinize sarılarak ağlıyor, bir yandan da beni kontrol ediyordun.  Kimin için daha çok üzüleceğini bilememenin verdiği şaşkınlıkla. Çalışma masanın üzerinde resmi var, canın sıkıldığında ya da işler yolunda gitmediğinde hala onunla konuşuyorsun.

Henüz bitmemişti hayatındaki değişiklikler. Dedim ya ele avuca sığmayan deli dolu bir annen vardı. Bir akşam eve geldik ve İstanbul'u terk edeceğimizi, Bodrum'a yerleşeceğimizi, seçim hakkının senin olduğunu, kimle yaşamak istersen onunla yaşayabileceğini söyledik. Ben sorumluluğu üstümden atmak istiyordum. Peşime takıp seni götürsem, zorlasam ileride beni suçlayabilirdin. Babana bıraksam, onun sana iyi bakacağından emin değildim. Aklım hep sende olacaktı. Hem sensiz olmayı hayal bile edemiyordum. Sen benim hem kızım, hem arkadaşım, hem sırdaşım, hem de en yakın dostumdun. Seçimi sana bırakarak, aslında bu senin tercihinmiş gibi, seni benimle birlikte götürmek için elimden geleni yaptım. Sonuçta sen benden ayrılamadığın için, benimle birlikte Bodrum'a geldin. Geldiğin ilk 2 ayı hiç unutmuyorum. Sürekli problem çıkartıyordun. Evdekilere saldırıyordun, kan kusturuyordun. Ben yine hayat arkadaşım ve senin aranda kalmaktan helak oluyordum. Hanginize laf anlatacağımı şaşırıyordum. Onun seni anlaması mümkün değildi. Geçtiğimiz yolları, senin içinde kopan fırtınaları fark edemiyordu. Sen beni suçluyordun içten içe, benimle olmak için, tüm hayatını İstanbul'da bırakmış ve aslında bizim hayalimiz olan, bir yaşamı sürmeye dahil edilmiştim seni. İşin zordu, seni anlıyordum ama elimden bir şey gelmiyordu. Sürekli deden ve M. abine laf anlatmaktan ve seni savunmaktan içime fenalık gelmişti. Kum torbası gibi, bir o yana bir bu yana savrulup duruyordum. İpimden kurtulup yere düşmem ve içimdeki bütün kumları ortaya dökmem an meselesiydi. Yine deli gibi kavga ettiğimiz bir günün akşamında odana girdim, kapıyı kapattım, yanına, yatağının kenarına iliştim. Neden böyle olduğunu sordum, anlatamadın ama yüzündeki endişe, korku, ifade aynı birinci sınıfa başladığın günkü gibiydi. Seni böyle görüşüm üçüncü kez tekrarlanıyordu. Sana sarıldım. Korkma dedim, yanındayım, kim ne derse desin, ne olursa olsun yanındayım. Bunu birlikte aşacağız. Ben hep yanında olacağım, seni kollayıp koruyacağım. O günden sonra işler daha bir yoluna girmeye başladı. Eve bağlandın, bize bağlandın. Okul hayatındı zor olan, onu da 2 ayda aştık. Okul zamanları günde belki 20 kez mesajlaşıyorduk. Konuşacak kimse bulamadığın için, sürekli bana mesaj atıyordun. Biliyordum, anlıyordum o mesajlardan, çoğu zaman sınıfta oturup ağlıyordun. Ama sen bilmiyordun ki, bende iş yerimde masamın başında ağlıyordum.  Şimdilerde kendi çevren ve arkadaşların var ve sanırım burada mutlu olmaya başladın artık.

Yukarıda yazdıklarımı okuduğumda, hayatında ne kadar fazla değişiklik yaşatmışım sana ve bunların bir çoğu senin ergenlik dönemine denk gelmiş. Şimdilerde 17 yaşındasın, neredeyse 7 tane okul değiştirmişsin. Hani ne hissetsen haklısın ama ben hep bir annenin ya da babanın yaşantısını salt çocukları üzerine kurmasına karşıyım. Sana da hep bunu öğretiyorum, başkalarının kişisel çemberlerine çok zarar vermeden, kendi hayatını yaşa. Bunu yaparken çok fazla düşünemediğin yerde, gel benimle konuş. Her zamanki gibi, sana her türlü yardımcı olurum. Kızacağımı düşünsende yalan söyleme. Bir adım atarken iki kere düşün, kimse için değil kendin için at adımlarını önce. Beni ileride seni oradan oraya sürüklediğim için suçlama, çünkü benim tek bir hayatım var önümde yaşayacak ve senin benden 26 sene fazlan var, yaşamını değiştirebilecek. Ne olursa olsun, yanında olduğumu, hatalarınla bile seni çok sevdiğimi, her şeyi benimle konuşabileceğini, bir tek konuşmak istediğini söylemenin yeterli olduğunu hiç aklında çıkarma. Sana yaşamının çok erken zamanlarında, çok sorumluluk yüklediğim için bana kızma. Bu ileride senin yaşamını şekillendirirken çok faydalı olacak. Liderliği yerinde kullanmayı muhakkak öğren. Zira çok üzülebilirsin. Özellikle karşı cinsle ilişkinde, çok zararını görürsün. Erkeğin üstünlüğünü (fiziksel olarak) kabullen, kanına göre şerbet vermeyi bil. Benim geçmişte yaptığım hataları sakın yapma ki ikili ilişkilerinde başarılı olabilesin.  Her şeyi mükemmel yapamayacağını kabullen. Hatalarınla yüzleş. Hayatının hiç bir yerinde hata da yapsan "KEŞKE" deme. O anın doğrusu o geldiği için yaptığını düşün. Bunlarla baş etmeyi öğren. Kıskanç olma -ki bu en büyük zayıf noktan bence-. İnsanları yeri geldiğinde paylaşmayı bil. Herkesin seninle aynı fikirde olamayacağını kabullen. Hep ben deme ya da hep bana deme. Kendini sürekli savunma ya da kendini sürekli savunacak durumlara sokma. Okul hayatında ki notlarının, hayatda aldıklarından daha fazla olmasına izin verme. Gerçek hayatdaki notlar, akademik hayattakilerden daha önemli çünkü. Hayat notlarından tam almaya bak. Bencil olma, ama egoist olabilirsin. Önce kendini mutlu edersen, başkalarını da ister istemez mutlu edersin.

Kardeşinle seni sevgi yada ilgi anlamında asla ayırt etmiyorum. İkinizi de bir seviyorum. Ama babanın kardeşine olan düşkünlüğü ve bunu etrafımızdaki herkesin, sen de dahil anlaması dolayısıyla, ben seni daha fazla koruyorum ve seni üzmemek, hatalarını görmezden gelmek için çabalıyorum. Herkese karşı, hatan olsun ya da olmasın seni savunuyorum. Çoğu zaman eleştiriliyorum ama olsun, zaten kimsenin anlamasını da beklemiyorum. Çok şey atlattık biz birlikte, sen hep yanımdaydın, kardeşini birlikte büyüttük, evi birlikte çekip çevirdik, 11 yaşında temizlik yapıyordun sen, evi süpürüp siliyordun. Birlikte ağladık, birlikte güldük. Kardeşin erkek çocuk olduğu için, onunla bunların hiç birini paylaşamadım, ama sen hep başkaydın bana karşı. Genelde kız çocukları babaya düşkün olur, erkek coçukları da anneye. Ama bizde durum farklı, sen bana, kardeşin de babana düşkün. İşte bu yüzden, ben senin önce arkadaşın, sorna annen olmaya çalıştım hep. Üniversite zamanında çok sevdiğin bir hocam vardı, bana "sakın çocuğunun hem annesi hem de arkadaşı olmaya çalışma, çünkü olamazsın, annesi olmaya çalışmak daha doğru" demişti. Ama ben başaramadım, sana hep arkadaşça yaklaşmaya çalıştım. Şimdilik zararı yok, sınırını bilemediğin zamanlarda, hatırlatıyorum sana :) Benim annemle hiç kuramadığım arkadaşlığı, sana bir anne olarak vermek istedim hep. Ben annemin dizinde ağlayamadım hiç, sen ağla istedim.

Son olarak seni çok sevdiğimi ve seni her zaman herkese ve her şeye karşı koruyacağımı sakın aklından çıkarma. Senin dediğin iki şeyi de sakın unutma;

"Bir tek annem olsun bana bir şey olmaz"
"Hepsi gider sen kalırsın".

18 Aralık 2011 Pazar

Amaç...

Belki de bu yazıyı en başında yazmalıydım, ama henüz aklıma geldi. Daha fazla ertelemeden yazayım dedim. Okuyanlar bunu yazıyı sanki bu blogun en başında yazmışım gibi algılasınlar. Hani bir kitap yazarsınız ya da anılarınızı kaleme alırsınız, okuyan yakınlarınız, hayatınızın detaylarını da bildikleri için, aaa bu şumu, burada benden mi bahsettin, hiç iyi anlatmamışsın beni, hep kötü göstermişsin diye sitem de bulunurlar yazan kişiye. Ya da tam tersi olur, yazdığınız bir yazıyı çok beğenirler ve kendilerine yorumlasalar da anlatılanları, asla beni ne kadar güzel anlatmışsın demezler. Yani insanoğlunun doğası gereği, hep kötü görülür, iyi akılda bile tutulmaz. Ben de bu yüzden açıklama yapmak istedim. Bu blogda yazdıklarım, adından da anlaşılacağı gibi yaşamın içinden, kıyısından, köşesinden. Çoğu zaman gerçek hissiyatlarım, ama az da olsa gerçekle ilgisi olmayan, kurgu olan yazılar da var. Ben yazar değilim, eğer bunu söylersem ukalalık etmiş olurum. Bu blogu açmadan önce, bir gün farkettim ki, kendi kendime kafamın içinde beynimde yaşamımdaki insanlarla konuşuyorum. Bir bakıyorum annemle, bir bakıyorum babamla, bir bakıyorum çocuğumla, bir bakıyorum eşimle. Bu çok yorucu olabiliyordu bazen. Onlara anlatmak istediklerimi ya da yıllardır içimde söylemek isteyipte söylemediklerimi, yine kendi kafamın içinde tutuyordum. Ya da bir şey yaşıyorum o gün, etrafımda olan ama benimle ilgisi olmayan bir şey, bunu unutmamak için kaydetmek istiyorum, erteliyorum, öteliyorum, sonra da bakıyorum ki unutmuşum. Bir film izliyorum, beni çok etkiliyor. Film ile ilgili düşüncelerimi birileriyle konuşmak istiyorum. Ama o birileri kimi zaman uygun olamıyor. İçimde kalıyor düşünceler. Bir yerde çok güzel bir şey okuyorum, bunu paylaşmak istiyorum v.s. v.s.  Bütün bunları yazmam gerektiğine kanaat getirdim. Sonra daha önce de bahsettiğim gibi bir arkadaşımın yazdıklarını okuyup, neden ben de yapmıyorum dedim kendi kendime ve işte sonuç "YAŞAMIN KIYISINDAN, KÖŞESİNDEN, İÇİNDEN" çıktı. Bu tarihte henüz hiç kimse -arkadaşlarım,ailem- bu blogdan haberdar değil. Tek bir arkadaşıma söyledim şimdilik. Sadece o okuyor yazdıklarımı. Biraz daha yazılar çoğalınca, isimsiz olarak, bildirmeye başlayacağım.

Demem o ki, bu blogu ileride okuma ihtimali olan tüm eş, dost akraba ve aileme söylemek istiyorum , her yazı yazan gibi, ben de parmaklarımın ucundan çıkanı olduğu gibi aktarmaya çalışıyorum. Kimseyi kötü göstermek ya da yargılamak gibi bir düşüncem yok. Daha çok anı olarak yazıldığı için satırlar, o an o anıları yaşarken ne hissediyorsam onu aktarmaya çalışıyorum. Gün gelir de bunu okursanız ve kendiniz varsanız eğer içinde, sakın bana kızmayın, darılmayın, gücenmeyin. Özellikle ailem, zaten ben bu ailenin haşarı, ele avuca sığmaz, hiç bir kurala uymaz çocuğuyum. Yine öyle deyip geçin. Bir bu kalmıştı yapmadığı bunu da yaptı ya pes deyiverin. Hiç kimseye kişisel öfkem, kırgınlığım, kızgınlığım yok. Sadece aklıma gelenler maalesef artık beynimin içinde duramıyor ve dökülesi geliyor buraya, durduramıyorum. Özellikle sevgili eşim, geçmişe dönük bir takım yazılar görürsen, sakın kıskançlık ya da alınganlık yapma. Onlar geçmişte kaldı, sen varsın şimdi. Her türlü hesaplaşmamı bitirebilmem için, bunları yazmam lazım. Yoksa yük oluyor bana. Sana ait şeyler de var burada, ve sanırım çok daha fazlası da olacak. Seninle yaşlanacağım. Kavgalarımızı, kırgınlıklarımızı, sevinçlerimizi, gezilerimizi, her şeyimizi yazıyorum. Beni daha iyi anlayabilmen için ve geleceğimizi daha iyi şekillendirebilmen için, önce benim geçmişimle hesaplaşmalarımı, anılarımı, sevinçlerimi, yazım dilimi öğrenmen gerekiyor ki, geleceğimizi daha rahat kurabilelim.

Hani dizilerin ya da filmlerin başında yazar ya ;

"Burada bahsi geçen kişi ya da olaylar gerçek değildir. Hiç bir bağlayıcılığı yoktur"

(Ama ne senaristler ne de yazarlar kurgu dahi olsa yazdıkları, hayatlarından katmadan olmaz, olamaz)

14 Aralık 2011 Çarşamba

Kaçış mı?

Bundan tam 2 yıl önce bu zamanlarda, bir öğle yemeğinde, o kadar bunaldım ki, eşime ben çok sıkıldım ve artık gitmek istiyorum bu şehirden dedim. O da bana tamam hadi ev aramaya başla gidelim o zaman dedi. Böyle bir planımız tanıştığımız ilk andan itibaren vardı ama 5 yıl sonra gerçekleştirmeyi düşünüyorduk. Çoluğumuzu çocuğumuz belli bir noktaya getirip öyle ter edecektik şehri... Daha vakit vardı yani.  İnanamadım söylediğine ama 20 dakika sonra kendimi Bodrum'da kiralık ev bakarken buldum. Ocak ayı sonunda gelip evimizi tuttuk. Haziran ayında ise, eşyalarımızı ve kendimizi toplayıp yeni bir başlangıca ve yaşama merhaba dedik Bodrum'da... Neden Bodrum diye soranlar için de başladığımız yer olduğu için cevabını verdik. Hem Bodrum artık neredeyse bir büyük şehir kadar kargaşaya sahipti ve çocuklar az da olsa daha rahat uyum sağlayacaklardı.  Ailelerimizin, dostlarımızın, arkadaşlarımızın anlayamayacağı, ama engel de olamayacağı bir süreçti bu. Kurulu düzenimizi, 3 çocuğumuza rağmen taşıdık. Değişik yaşlardaki çocuklarımız (8-12-15) için elbette ki bu çok büyük bir değişiklikti. İntibak süreci zor olacaktı, farkındaydık. Ama biz tencere ve kapak misali olduğumuz için, üstesinden geliriz dedik. Sıkıştıkları yerde biz onlara yardımcı oluruz. Destek oluruz, yanlarında oluruz. Bizim için en önemlisi, onların da yanımızda olmasaydı. Küçüklerim seçim hakkı yoktu zaten, geleceklerdi. Ama büyük kızımız epeyce direndi, bana olan düşkünlüğü galip geldi ve en sonunda sen nereye ben oraya dedi. Ne de olsa bu bizim hayalimizdi, onları da sürüklemiştik peşimizden. Küçükler 1 ayda uyum sağladı. Ama büyük çok zorlandı ve çok da haklıydı. Tam ergenliğin ortasında, arkadaşlarından, sosyal ve kültürel çevresinden koparıp almıştık onu. Önce kan kusturdu iki ay, ilişkimiz kopma noktasına geldi. Ne o ne de ben dayanamıyorduk artık. Okulda hiç arkadaş çevresi yoktu, yeni gelen kıza herkes bit tuhaf bakıyordu. Arkasından sürekli söyleniyorlardı. Bir gün tartıştık. Odasına kapandı. Bir süre yalnız bıraktım onu. Sonra kapısını açıp içeri girdim. Neden böyle davranıyorsun dedim. Elbette, Bodrum'a sürüklenmesinin suçlusu olarak beni gördüğünü ve bunun için aslında intikam aldığını kendi kendine bile itiraf edemediği duygularını söyleyemedi. Ama yüzündeki korku, acı ve endişe o kadar anlaşılırdı ki, o anda onu kaybedeceğimi, avuçlarımdan kayıp gideceğini fark ettim. Ona sımsıkı sarıldım ve korkma dedim, her ne olursa olsun ben senin yanındayım. Biz birlikte her şeyi aşarız. Hep yanında olacağım yeter ki sen üzülme. İşe yaradı, aslında tüm ihtiyacı o ana dek bunları duymakmış. O an anladım. Şimdi iyiyiz. Tamamen olmasa da artık beni suçlamıyor. Biliyor ki, onunda bir hayali olsa, o da peşinden gider. Çünkü ben ona, yaşamımızın bu bilincimizle bir kez deneyimlenen bir şey olduğunu, o yüzden, kendi isteklerimiz doğrultusunda mümkün olduğunca tadına vararak yaşamamız lazım geldiğini öğrettim. Dersleri mükemmel, üniversite sınavı için deli gibi çalışıyor. Tek hayali İstanbul'da iyi bir okul kazanmak. İstanbul'da kalsaydık böyle olmayacağından adım gibi eminim. Dersleri bu kadar iyi olmazdı ve sınav için bu kadar hazırlanmazdı. İçinde bu kadar büyük bir hırs olmazdı.

İstanbul'dan ayrılmadan önce, çok yakın bir dostumla konuşurken -gideceğime o kadar üzülmüştü ki-,  "sen neden kaçıyorsun" diye bir soru geldi. Yaşadığım hiç birşeyden suçluluk duymuyorum ki kaçayım diye cevapladım sorusunu. O dönemde duygusal olarak epey sıkıntılı bir süreçten geçiyordum. Hayatımın en ince ayrıntısına kadar paylaştığım en yakın dostum aslında kendini gidecek olmama inandıramıyordu. Bu yüzden de gidişim için kaçış demeyi uygun bulmuştu." Git ama sen yapamazsın oralarda, geri gelirsin" gibi cümleleri de ekliyordu konuşmalarımıza. Ben ise o dönemde onun kastettiği gibi duygusal bir kaçış yaşamıyordum ama başka türlü bir kaçışım vardı. Şehirin karmaşasından, gürültüsünden, trafiğinden kaçıyordum. Çocuklarımı Kadıköy ya da Taksim'de kaybetme korkusundan kaçıyordum. Eşimin ve benim ailemin bizim evlenmemize ya da birlikteliğimize karşı gelmesinden kaçıyordum. Tabi bu radikal kararı vermemde eşim en büyük destekti. Eğer ona güvenmesem her anlamda, büyükşehirden çıkmam zor olurdu. Pişmanmıyım, asla değil. Ailemi ya da arkamda bıraktıklarımızı özlüyor muyum? Evet, ama senede 3-4 kez gidip onları görebiliyorum. Annemi zaten kaybettiğim için, aklıma her düştüğünde, her yerde benimle olduğunu biliyorum ve onunla konuşuyorum. Babamı ise Ayvalık'dan buraya getirdim. Hemen 2 ev yanımda yaşıyor. İşte 6 kişilik geniş bir aile olarak yaşamımıza devam ediyoruz. Mutluyum, huzurluyum, sağlığım yerinde sayılır. Elbette zorluklar yaşadık ve yaşıyoruz, daha da yaşayacağız. Ama bunların üstesinden gücümüz yettiğince gelmeye çalışıyoruz. En öenmlisi birbirimize sahibiz. Eşim ve çocuklarım yanımda. Hayattaki en büyük zenginliğin, insanın evindeki huzuru olduğunu biliyorum.

Umarım herkes bir gün benim gibi bir kaçış yaşar ve sonucunda pişman olmaz. Ama dikkat edin yol arkadaşınız güvenilir olsun ve istediğinizde yapabilecek kadar cesaretiniz  olsun...

2 Aralık 2011 Cuma

Tek çocuk olmanın dayanılmaz ağırlığı...

Geçenlerde iş yerinden bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Aile köklerimiz nereden, nasıl buralara geldik, Türklük kavramı nedir, kimler esas Türklerdir v.s. diye. Az çok bildiğim kadarıyla, dedem ve anneannem Bulgaristan'dan 1949'lu yıllarda göç etmek zorunda kalmışlar. Mübadele zamanı oradaki Türkler'i Türkiye'ye yollamışlar: Annemler o sırada 5 kız çocuğuymuş. En küçük teyzem 6. çocuk olarak erkek olur beklentisiyle, Türkiye'de hayata gözlerini açmış. Gerek maddi imkansızlıklar, gerekse başka sebeplerden ötürü, dedemin bir türlü çocuk sahibi olamayan kız kardeşine, yani halasına evlatlık verilmiş. Yani annemler toplamda 6 kardeşler. Babama gelince, dedemin babası Midilli'den Ayvalık'a göç etmiş, mübadele yıllarında. Burası epeyce ilginç, ama tam olarak yazmak istemiyorum ki bu başka bir yazıya konu olsun. Baba tarafımdan gelen dedemi ben hiç görmedim, babam liseye giderken genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiş. Babaannem ikinci evliliği imiş. İlk evliliğinden bir erkek evladı varmış. Babaannemle evlendikten sonra da 3 erkek 1 kız evlat sahibi olmuşlar. Yani babamlarda 5 kardeş. Hem annem hem de babam o kadar kalabalık bir ailede büyümüşler ki, muhteşem çocukluk anıları olmuş. Babam hala anlatır, annemse sağlığında anlatırdı.

Gelelim bana, ben böyle kalabalık ailede büyüyen iki kişinin evliliğinden olan tek çocuklarıyım. İlginç değil mi? Nedenini onlara sorduğumda verdikleri cevap hep aynıydı; "Geçim sıkıntımız vardı. Başka çocuk sahibi olmak istemedik". Acaba, savaştan yeni çıkmış bir Türkiye'de, anneannemler ve babaannemler de geçim sıkıntısı yok muydu? Baba tarafımın durumu oldukça iyiymiş, hizmetçiler, bahçıvanlar, bakıcılar... Anne tarafımda Bulgaristan'da yaşarken oldukça iyiymiş. Buraya geldiklerinde hiç bir şeyleri kalmamış. Buna rağmen, 6. çocuğu erkek olur ümidiyle istemişler. Yani ben de hiç bir zaman onlara 5 tane daha kardeşim olsun demedim ki! Çocukluğumda anneme yalvarırdım "Anne ne olur bana bir tane kardeş doğrasana", doğursana diyemezdim. Ama olmadı. Hep tek çocuk olanlara sorulduğunda, kendilerini şanslı görürler. Her şey onlara alınır, her şey onlar için yapılır, hep onların istedikleri olur, hep onlar şımartılır. Ben bunların hiç birini yaşamadım. Babam asker bir aileden geldiği için son derece otoriter bir aile yapımız vardır. Yasaklar, disiplin, kurallar, resmiyet, sizli bizli hitap şekilleri... Beni şımarttılarsa da, ben kesinlikle hatırlamıyorum. Anne baba olarak ellerinden gelenin en fazlasını yaptıklarından eminim, ama şımarmayayım ya da yüz bulmayayım diye, bana hissettirmediler. Hep bir kardeş eksikliği duydum, 44 yaşındayım hala duyuyorum. Okuldan eve geldiğimde, hayali arkadaşlarımla evcilik, prensesçilik, saklambaç falan oynardım. Annem de babam da çalıştığı için evde tek başımaydım çoğu zaman. Tüm sosyal gelişimimi, bu hayali arkadaşlarla tamamladım 7-12 yaş arasında. Okuldan eve gelirdim. Annem çalıştığı için, evimizin anahtarı  ve benim bakımım yan komşumuz olan abla ve kardeşe emanetti. Yemeğimi yedirirler, sonra beni kendi evimize geçirip, üzerime kapıyı kitlerlerdi. Öğlen uykusuna yatar, kalkınca da kapı üzerime kitli olduğu için, kapının aralığında o teyzelerin adlarını seslenerek, kapıyı açmalarını sağlardım ki, tekrar onların yanına gideyim ve yalnız kalmadan dersime çalışabileyim, ya da akşam üstü bir bardak çay ve kek yiyebileyim. Bu sahneler hiç aklımdan çıkmaz. Küçücük çocuğum ama babam beni tek başıma bakkala gönderiyor ya da 10 yaşında minibüse binip tek başıma teyzeme gidebiliyorum, fakat evde kalırken kapı üzerime kitleniyor. Kesin yaramazlık yaptığımdan böyle oluyordur, ya kapıyı açıp sokağa çıkıyorumdur, ya eve bir arkadaşımı almak istiyorumdur, onlar da çözümü bu şekilde üretmişlerdir. Ama düşünsenize, o yaşta bir çocuk evi ateşe bile verebilir, yangın bile çıkartabilir. Annem artık bana nasıl bir sorumluluk duygusu verdiyse, ben o yaşlarda, yumurta kırabiliyor, evi süpürebiliyor, makarna haşlayabiliyordum. Ama kapı üzerime kitlenmeliydi!!!

Hayat mücadelesinde, annem ve babam benim için çözümlerini bu şekilde üretmişler. O çocuk aklımla 3-6 yaş arası yuva, sonrasında da yukarıda anlattığım gibi bir çocukluk yaşarken, bunların ileriki yaşamımda beni nasıl etkileyeceği konusunda en ufacık bir fikrim dahi yoktu. Annem 3 yaşına kadar bana kendisi bakmıştı. Sonra yeni bir ev alıp, borçlanınca, annem ev bütçesine katkıda bulunmak için çalışmaya başlamıştı.Beni de yuvaya vermişlerdi. Hani şu kapıdan içeri girdiğinizde ağır ve kesif bir yemek kokusu gelir ya burnunuza, işte çocukluğumun 2,5-3 yılı o yuvalarda geçti. Bu bilinç altında nasıl yer ettiyse, yıllar sonra , kendi çocuklarımı yuvaya vermek istediğimde, o kokuyu duyduğumda, o yuvadan arkama bile bakmadan çıkmışımdır. Küçük yaşta annemden zorunlu olarak ayrılmanın sonucu  o dönemlerim en meşhur pedagoglarına götürülmeye kadar dayanmış. Huysuz, çabuk sinirlenen, agresif bir çocukmuşum. Pedagog, anneme siz çalıştığınız için yapıyor tüm bunları demiş, çıkın işten çocuğunuz ile ilgilenin demiş. Ama olmamış, geçim sıkıntısı, senet borcu, ödemeler v.s. çalışmak zorundaymış annem...

Daha sonraları, anneannem bana kıyamayınca, anneme resti çekip beni yanına almıştı. Hafta içi anneannemde kalıyordum, annem Cuma akşamı iş çıkışı beni gelip anneannemden alıyor, Pazar akşamında tekrar bırakıyordu. Cuma akşamları annemin kokusunu daha yolun başından alır, huysuzlanmaya başlardım. O kadar özlüyordum ki annemi, hafta içi gayet iyi olan huyum, o geleceği zaman tamamen değişiyordu. Bütün haftanın yorgunluğu üzerinde olan annemin ise, bana ilgi gösterecek hali olmuyordu. Eve vardığımızda yemek telaşına düşüyor, yemekten sonra koltuğa çöküp kalıyordu. Ben ise etrafında pervane oluyor, benimle ilgilenmesi için kucağına yatıyor, anne sırtımı kaşısana, saçımı okşana diyerek, onun yorgunluğuna daha da yorgunluk katıyordum. O çoğu zaman şimdi olmaz çok yorgunum diyerek beni geçiştiriyordu. Bütün çocukluğum, anneme özlemle geçti. Ergenliğim ise bu özlemin intikamını almakla....!!!

Ben çocuk sahibi olduğumda, mümkün olduğunca çocuklarımın yanındaydım. Onlar bunu farkındalar mı bilmiyorum ama, elimden geleni yaptığımı düşünüyorum. Sanırım annemde aynı şeyi, o dönemlerde düşünüyordu. Ama işte bana yetmedi. Hele de tek çocuk iken, bu kadar az ilgi odağı olduğumu düşündürten sadece annemin davranışları mıydı? Elbette hayır. Babam otoritenin merkezi olduğu için, ilgisini ve sevgisini hiç belli etmezdi. Beni uyurken severdi. O dönemlerde beni ne kadar sevdiğini asla bilmezdim. Ne annemim ağzından ne de babamın ağzından "seni seviyorum" çıkmazdı. Davranışlar yeterdi, sözlere gerek yoktu onlara göre. Ama ben üstüme alınan mont, ayağıma alınan bot ile sevgilerine değer biçemiyordum ki! Sevilmeğe ve bunu duymaya ihtiyacım vardı. Belki de o yüzdendir çocuklarıma  onları sevdiğimi çok söylerim. Yine belki o yüzdendir hayat arkadaşıma beni seviyor musun, ya da ne kadar seviyorsun diye çok sık sormam.

Ne üstümde, ne başımda, ne de soframda, hiç bir şeyin eksikliğini duymadım, bana hissettirmedi annem ve babam. Ama keşke biraz daha az eksik olsaydı bunlar da, sevgileri biraz daha çok olsaydı diye düşündüğüm zaman çok oldu.

Tek çocuk olmanın ağırlığını hayatımın her yerinde yaşadım. Derdimi, tasamı, üzüntümü, sıkıntımı, sevincimi, ilk aşkımı, boşanmamı, evlenmemi, daha pek çok şeyi kardeşimle ya da abim/ablamla paylaşamamanın sıkıntısı hayatımın hiç bir yerinde peşimi bırakmadı. Hep abi yerine birilerini koydum, olmadı. Kardeşim diye bir başkasını benimsedim yine olmadı. Teyze çocuklarım hep kardeşlerim, abilerim, ablalarımdı. Ama,, asla gerçeği gibi olamadık. Hep özendim, hep istedim ama olmadı olamadı. O yüzden en kötüsü de olsa kardeş olmak çok başka bir şey. Benim yaşadıklarımı çocuklarım yaşamasın diye 2 evlat sahibi oldum. Yaşım genç olsaydı bir üçüncüyü de doğururdum. Ama hem yaşım hem de gücüm ve cesaretim yetmedi.

Bütün bu sebeplerden ötürü, her tek çocuğu olan arkadaşıma önerim, muhakkak ikincisini doğurmaları yönünde olur. Hem kendileri uğraşmasın, hem de çocukları yalnız kalmasın diye. En büyük sıkıntıyı annemin hastalığında yaşadım. Annem ALS hastalığına yakalandı 2008 yılında. Hastalığın teşhisinden 3,5 ay sonra fenalaştı ve yoğun bakıma kaldırıldı. Tam 128 gün boyunca bilinci açık, ama hareket kabiliyeti olmadan, solunum makinesine bağlı olarak ve hemen hemen her gün önce servise çıkacağı, sonra da evine gideceği günün o gün olduğunun hayalini kurarak geçirdiği tam 128 günün sonunda onu kaybettim. O günlerde kendini iyi hissettiğinde bana yalvarırdı, eve çıkar beni diye. Tam olarak hastalığının bilincinde değildi. Evde bakıma ihtiyacı olduğunun, tuvalete bile gidemeceğinin, ömrünün daha kısalacağının farkında değildi. Belki de farkındaydı da son nefesini çok sevdiği evinde vermek istiyordu. Bilemiyorum. Defalarca çıkarmaya niyetlendim, şimdiki eşim sağlık fuarlarına kadar giderek, hangi solunum makinesinin onun için daha iyi olduğuna bile bakmıştı. Akrabaların çoğu eve çıkarmamam gerektiğini, bakımının zor olacağını ve uzun yaşatamayacığımı, etin ağır olduğunu söylüyorlardı. Haklıydılar. Ama biz onun ne kadar yaşayacağını biliyormuyduk ki! Trektomi yapıldığı için konuşamadığından, her gün yanına giren, bir defter ve kalem götürüyordu. Her 3 gün de bir yazdığı doktorla konuşun ve beni çıkarın buradan oluyordu. Akrabalarımızda artık son zamanlara doğru, kararı bana bırakıp yorum yapmamaya başlamışlardı. İşte o anda ben tek başımaydım, kocaman tek, büsbüyük tek... Ne teyze çocukları, ne eşim, ne de bir başkası bu kararda sorumluluk alamazlardı. Kötü bir şey olursa kimse bunun vicdan azabını yüklenemezdi. Ben de dahil olmak üzere. Tam annemi çıkarmaya karar verdik ve solunum makinesi ayarladık, o gün doktoru artık çıkaramasınız evde bakamazsınız durum ciddi dedi. Eşimi aradım, tam makineyi almak üzereyken durdurdum. Annem o şekilde yaklaşık 1 ay kadar daha yaşam mücadelesine devam etti. Her gün ben 5 dakika yanına girmeye çalışıyordum. Arada da teyzelerim giriyordu. Durumu ağırlaşınca, son günlerinin yaklaştığını anladığımda, 2 gün üst üste kimseyi sokmadım yanına. Hep ben girdim. Bilinci kapalıydı, sadece zorlukla nefes alıyordu. Ölümünden bir gün önce, elini tuttum anneciğim ben geldim dedim. Gözlerini açtı, umutsuzluk ve acı içinde, işaretlerle eve gitmek istediğini söylemeğe çalıştı, bütün gücünü toparlayarak. "Götüremem doktorlar izin vermiyor" dedim. "Sen götürmezsen, o zaman ben bu gece kendim bu dünyadan gidiyorum" gibilerinden bir şeyler söylemeye çalıştı. "Seni seviyorum" dedim, iki damla yaş aktı gözlerinden, bende elini sıkıp akıttım yaşlarımı. Ertesi gün artık iyice ağırlaşmıştı ve ben onu ziyarete gitmeden ölüm haberi bana geldi. Onu eve çıkartamadığım için pişmanmıyım şu anda bilmiyorum.  Ben olsaydım 128 gün orada olmak istermiydim, cevabım kesinlikle hayır. Ama kendi evimde ya da kızımın evinde 30 gün yaşamayı, 128 gün yaşamaya tercih ederdim herhalde. Biz aslında kendimizi onu her gün görmekten mahrum bırakmamak  ve vicdan azabı duymamak için onu hastaneden çıkartmadık. Bunu bencilce yaptık, onu düşünmedik. Gerçekte ise altında yatan tamamen onu çok sevme ve onu daha fazla hayatta tutma çabamızdan kaynaklanıyordu. Keşke demiyorum, çünkü o 128 günün çoğunda ona yemek yedirdim, suyunu içirdim, kah güldük, kah ağladık, 2 defter tükettik yazarak. Hala okurken ağlarım. Belki de hayatımızın hiç bir yerinde yakalayamadığımız anne kız ilişkisini o 128 günde yaşadık. Ben onu çok sevdim onun da beni çok sevdiğini hep bildim. Keşke babamın karşısına dikilip hayır ben bir çocuk daha istiyorum diyebilseydi. İşte ben ona bu yüzden kızgınım. Her şeyi benim omuzlarıma yükledi, kendi ile ilgili olan kararları bile tek başıma vermek zorunda kaldım. Her şeyi tek başıma göğüsledim. Kimse benim hissettiklerimi hissetmedi. Herkes üzüntümü paylaştı ama, asla benim gibi hissedemedi.

İşte tüm  bu sebeplerden dolayı çocuğunuzun ileride sizi suçlamaması için ve en önemlisi onu zorlu kararlar almakta tek bırakmamak için asla tek değil, en az iki çocuk sahibi olunuz. Hayatı boyunca tek çocuğunuza benim yaşadıklarımı hissetirmeyiniz. Kardeşlik bambaşka bir duygu, kardeşi olmayanın asla anlayamayacağı bir duygu...

27 Kasım 2011 Pazar

"İlişkimize çığ düşmesin diye sevgilim" C.E.

Bodrum'a yerleştim yerleşeli, doğru düzgün sosyal faaliyetlerde bulunamıyorum. Hayat o kadar hızlı akıp gidiyor ki burada, bazı önceliklerinize vakit bulamıyorsunuz. Çünkü onların önüne geçen, öncelik olmayan, ama yapmakla yükümlü olduğunuz şeyler var. Anne olmak, eş olmak, yemek yapmak, ütü yapmak, işe gitmek, temizlik yapmak v.s. gibi. Şikayetim olmuyor genelde bunlardan, ama arada kendime de vakit ayırmak istediğim, kendi çemberimde hareket etmek istediğim anlar oluyor. İşte öyle anlardan birinde, Cezmi Ersöz'ün imza günü olduğunu öğrendim. Çok severim kitaplarını. Bana hitap eden bir yanı var. Zaten öyle olmazsa beğenmezdim sanırım. Ama değişik bir üslubu var onun bana göre... İmza günü benim evime de çok yakın bir kafede yapıldığı için, vakit de kaybetmeyecektim. Söyleşiyi dinleyip, kitapları imzalatıp, akşam gelecek olan misafirlere yemek hazırlamak için vaktim bile olacaktı. Süperdi, kaçırmamalıydım. Kaçırmadım da... Fiziken ilk kez görüyorum kendisini, sohbete başladı. Tam 1 saat belki biraz daha hiç sıkmadan devam eden sohbeti, keyifle dinledim. Kimi zaman söylediklerine katıldım, kimi zaman karşısında durdum. Dünya ve siyasi görüşlerimiz, belli ki farklıydı. Ama olsun sohbetin içinden çıkardığım bir kaç şey var. Onları paylaşmak istiyorum.

"Kadınlarla tartışmayacaksınız. Kesin kaybedersiniz. Ben çok geç öğrendim, ama öğrendim. Ben 10.000 kelime haznemle konuşurken, onlar 20.000 kelime kullanıyorlar. Böylece anlaşamıyoruz ve her sefer tartışma uzuyor, olmadık yerlere gidiyor. Haklısın diyeceksiniz, olay kapanacak"

Cezmi Bey'in atladığı bir şey var. Biz kadınlar hemen haklısın diyen erkeği de sorguluyoruz ki. Acaba neden bu kadar çabuk kabul etti, altında ne var bunun v.s. gibi ikircikli soru cümleleri beynimizde dolaşıp duruyor. Haklısın dendiğinde bize hayat arkadaşımız tarafından, tatmin olamıyoruz. Zoruz zor, hem de çok zor... Ben bile bazen kendimi anlamakta zorlanıyorum. O kadar hassas noktalarımız var ki, çok iyi özümsemek lazım bizi. O hassas noktaları bulursa karşı cins ve ona göre davranırsa, hem kendi hem de biz mutlu oluruz. Ama önemli olan onları keşfetmeği istemek öncelikle. Bunu yapacak çok da erkek tanımıyorum ben açıkçası.

"Penguenleri çok severim ben. En büyük hayalim, penguenleri görmek için kuzey kutbuna gitmek. Kız arkadaşımla, tartıştığımda hemen ortamdan kopmak için, penguenleri düşünmeğe başlarım. Buradan Hollanda'ya giderim, oradan başka bir uçakla Amerika'ya, yine bir uçakla Kanada, son olarak da Kuzey Kutbu. Hoooopppp penguenlerin yanındayım, elimde bir şişe rakı... O arada kız arkadaşımın sesi 'Cezmi sen beni dinlemiyormusun' Ben de karşılık veririm, 'olur mu hayatım dinliyorum' diye. Oysa ben o büyük rakının yarısını içmiş, penguenlerle sohbetteyim"

Ne güzel bir yöntem değil mi? Ben de bir ara tartışırken, içimden sayı sayıyordum; 1-2-3-4-5-6-........125-126-127-128.......456-457-458......895-896-897-898...... 3000. Sonra baktım ki olmayacak, zaten matemetayi de, sayılarıda çok sevmem. Bıraktım saymayı, konuya dahil olmaya başladım. Bu seferde karşımdaki, seçtiğim kelimelerden mi artık, vurgulardan mı, demagoji yapıyorsun, ne anlatıyorsun anlamıyorum demeğe başladı. Sanırım artık benim de kendime göre bir yöntem bulmam lazım. Aklıma ilk gelen kendimi Seyşel adalarında, dalış yaparken hayal etmek olabilir mesela. Yol da uzun; tekne dalış noktasında, kuşanıp suya atlıyorum, hooppppp tüpten ilk nefes, yavaş yavaş dalışa geçiyorum, 5 mt-10 mt-15 mt-20 mt-25... Sağımdan solumdan, altımdan, üstümden envayı çeşit balık geçiyor, hayran hayran onlara bakıyorum, havamı kontrol etmeği unutmuyorum, suyun altı o kadar güzel ki, benim tüpümden ve ahtapotumdan çıkan havadan başka ses yok, hava kabarcıklarının ahenkli sesi ve benim nefes alış ritmimden gayri hiç ses yok, havam azalıyor, artık yavaş yavaş yüzeye yönlenmem lazım, daha dekolar var her 5 metrede, böyle planlanmış bir dalış yaklaşık 35-40 dakika sürer. Tam da bu zaman sonra sanırım bir ses, "beni dinlemiyor musun sen?". Eyvah yakalandım galiba, kavga o kadar şiddetli ki, benim yüzümde bir gülümseme var, orada olmadığımı fark etti. " Nasıl dinlemiyor muyum, dinliyorum işte, sen devam et". Ben tekneye çıktım, soyunuyorum, BC'mi yıkadım tatlı suyla, ekipmanımı ikinci dalışa hazırlıyorum. Her şeyim tamam. Eğer tartışma uzarsa, çok da oyalanmadan, ikinci dalışımı yapabilirim :)...

"Çocuktum, babam ve annem ile birlikte trenle Erzincan'a gidiyorduk. Dışarıda dondurucu bir soğuk var. Dağların arasında geçerken her yer bembeyaz. Tren yavaşladı. Rayların üzerinde, kalın parkalı, yün şapkalı ve eldivenli, iri yarı, heybetli bir adam yürüyor, trende onu takip ediyor yavaştan. Ama adam hiç konuşmuyor. Babama sordum, bu amca kim ve neden hiç konuşmuyor diye. "Oğlum" dedi, "O devletin görevlisi, dağların arasından giderken, trenin önüne geçer kış günlerinde. Karın sesini dinler, çığ sesini duymaya çalışır ki, trendeki yolcuları uyarsın diye" ekledi. O zaman anladım ki, o iri yarı heybetli adam konuşursa, onun sesinin etkisiyle bile çığ düşebilir. O yüzden sessiz kalıyor. Bir gün kız arkadaşımla tartışırken, döndü bana, neden konuşmuyorsun ve yorum yapmıyorsun dedi.  İlişkimize çığ düşmesin diye sevgilim dedim"

Ağzınıza sağlık Cezmi Bey, inanılmaz keyifli bir sohbetti. Benim de o kadar ihtiyacım vardı ki, beslendim sayenizde.


24 Kasım 2011 Perşembe

"İnsana yatırım yaparım ben, paraya değil"

Yıllar önce bunu bir arkadaşım söylemişti. Çok ilginç bir arkadaşlık hikayemiz var. Kızım 2,5 yaşındayken bir kreşe kaydettirdim onu. Çok küçüktü, ama ağzına bir lokma katı yemek koymuyordu. Ben de çareyi kreşte buldum. İlk uyum aşamasında, 1 hafta boyunca o içerde ben kapının önünde, merdivenlerde ağlıyordum. Elbette bir süre sonra alıştı, veeeee en önemlisi artık yemek yiyordu. İşte o dönemlerde yuvanın sahibi pedagog bayan X (ismini vermeyeceğim), bana her konuda çok yardımcı oldu. Kızım ilkokula başlayana kadar onun kreşinde, inanılmaz bir gelişim gösterdi. İlk aşkını orada yaşadı :). Hatta daha sonraları, oğlum bile onun kreşine gitti. X Hanım işleri büyüttü ve Kızıltoprak'da kocaman bir köşke taşıdı kreşini... O dönemlerde inanılmaz bir grubumuz oldu. Kreşin bahçesinde aynı yaş grubundan çocukları olan anneler toplanıp sohbet ederdik. Çok güzel arkadaşlıklarımız oldu. X Hanım ile de ailece görüşmeğe başladık. Kendisine güvenim sonsuzdu. Çocuklarımı çok güzel yerlere getirdi. Asla hakkını yiyemem. Pek çok şeyi pedagog olduğu için önceden gördü. Ben kızımı kendine güvensiz, pısırık sanardım ve hep bundan şikayet ederdim. Bu çocuk ilkokula başladığında ezilecek, herkes onu üzecek derdim. O bana, yanlış düşünüyorsun, senin kızın çok güçlü ve her zaman hakkını arayan bir çocuk olacak derdi. Dediği de aynen çıktı. O kadar güçlü bir çocuk ki, büyüdüğünde avukat olması gerektiğine inanıyoruz ailecek... Oğlumun babası yüzünden beni çok uğraştıracağını söylerdi. O da çıktı. Gerçekten onunla uğraşıyoruz ve sanırım sürekli de uğraşacağız. Bir süre sonra X Hanım eşinden boşandı. Yürümeyen bir evlilikti. X hanım sürekli kendini geliştiriyor, klasik, adam ona yetişemiyordu. Bitirdiler. O dönemde birde 9 yaşlarında bir erkek evlatları vardı. Herhalde şimdi 20'lerinde olmuştur. Boşanmanın ardından 1-2 yıl kadar daha görüştük. Kızıltoprak'daki kreş başkasına devredildi. X Hanım geçimini sağlamak için çeşitli yerlerde, klinik pedagogluğu yaptı. Bir gün çok sıkıştığını ve 200 USD paraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Onun böyle bir paraya sıkışmış olması beni çok üzdü. Bir şekliyle ben de buldum buluşturdum bin bir zorlukla ve o dönemde yaşadığım sıkıntılar arasında, bir ton lafa maruz kalarak, bu parayı ona verdim. 1 ay içinde ödeyeceğini söyledi, bende tamam dedim. Alırken de, başlıkda yazan cümleyi sarf etti "İnsana yatırım yaparım ben paraya değil". Tabi dedim, bu zor günlerde birbirimizin yanında olupda birbirimize yatırım yapmazsak, arkadaşlığın dostluğun ne önemi var, haklısın... Aradan bir ay, 1 yıl, hatta neredeyse 9 yıl geçti ama kendisinden hala ses seda yok. Ben o 200 USD'yi hayatı para olan, borç verdiğinde asla peşini bırakmayan ve paraya tapan bir adamın laflarına boyun eğerek almıştım ve bayan X bunu çok iyi biliyordu. Ama zaman içinde bu konuda onu hiç yüzlemedim ve konusunu etmedim. Parayı almasının ardından, 2 yıl kadar sonra, birden bire arkadaşlığımız rölantiye, sonra da bitişe gitti anlayamadığım bir şekilde. Ben hep iyi düşündüm, hayatı karmaşa içinde, bir şeyleri yoluna koymaya çalışıyordur. Eh ne yapalım sağlık olsun falan diyerek bunca zaman, aklıma hiç kötü bir şey getirmedim ve zaman içinde onu takip etmeğe devam ettim, nerede çalıştığını öğrenip ona hasta yolladım v.s. Geçenlerde aklıma geldi, Facebook'dan arkadaşlık isteği yollayayım, belki kaybettiğimiz zamanları geri alırız ve dostluğumuza devam ederiz, benim için kayıptı v.s düşünceleri içinde. Aradan bir ay geçti, X Hanım istediğimi kabul etmedi, ama ben görüyorum her gün Facebook'a giriyor, duvarından takip edebiliyorum. Ne acı, o kadar şey paylaştığımız ve bana bu kocaman cümleyi kuran kadın koca bir hiçmiş. İnsana yatırım değil kendine yatırım yapıyormuş. Gazetelere falan çıkıp, çocuklarla ilgili röpörtajlar veriyor şimdilerde. Ben de ilgiyle izliyorum. Eh ne yapalım, ben hala onun dediğini uyguluyorum ve insana yatırım yapıyorum. Verdiğim borç parada, bu cümlenin ederidir diyerek kendimi rahatlatıyorum. Yolu açık olsun. Elbet bir gün bir yerde kesişir yollarımız. Çok içime oturan bir durumdu ve yazmak istedim. Amacım kimseyi küçük düşürmek değildir.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Anı Yakalamak = Fotoğraf

Aynı gözler gibi onlar da yalan söylemez. Eğer bakan göz iyi bir yorumlayıcı ise tabi ki... Ben daha bebekken babam başlamış Lubitel makinesiyle her anımı görüntülemeğe. Bir bebeklik albümlerim var, babamın hazırladığı, herhalde o dönemde bu kadar güzel albüm hazırlamak ve bulmak oldukça zor olsa gerek. Şimdilerde baktığımda, inanılmaz hoşuma gidiyor, babamın emeğini takdir ediyorum.

Benim içimde ki fotoğraf sevgisi çok sonralarda gelişti, yaşım 35'i geçmişti. O yaşa kadar çok fazla çekilmiş fotoğrafım ve albümlerim vardı. Hepside teknolojiye ayak uydurarak dijital makinelerle çekilmiş ve sonrasında aralarından seçilerek basılmış fotoğraflar. Yarı dijital olan makineleri keşfedince, fotoğraf çekmeğe ve fotoğrafı yorumlamaya da farklı bakar oldum. Eğer fotoğrafa doğru gözlerle bakarsanız, odak noktasındaki insanın gözü, yüzü, duruşu, mimiği size o an içinde bulunduğu ve hatta genele yayılan ruh hali hakkında ipucu verir. Yapmacık mı gülmüş, yoksa içinden mi gelmiş, yanındakilerle mutlu mu, yoksa o kareye mecburiyetten mi dahil olmuş v.s. gibi. Bir de fotoğraf çekileceğini öğrendiği andan itibaren, iyi görünmek için, kafasını oraya buraya çeviren, poz veren, doğallık dışı tipler vardır. İşte ben onlardan nefret ederim. Onları görüntülemek bile istemem. 

Kafa ya sağa ya sola çevrilip, yan duruş sergilenip, gözler süzülerek objektife en güzel pozunu verme, şimdilerde yeni ergenlerin arasında da çok moda. 16 yaşında bir kızım var, aslında onun  bu pozu verirken hiç doğal olmadığını yıllardır anlatmaya çalışıyorum. Ama nafile... O kendini güzel sanıyor bu şekilde, yapacak bir şey yok. Bakıyorum onun yaşıtlarında da durum aynı. Hepsi aynı poz, aynı kare ya da bir karede aynı pozu vermiş 3-5 tane genç kız, doğallıktan çooooookkk uzak... Ha bir de yeni moda, yanaklar şişiriliyor, balon balığı gibi, dudaklar büzülüyor. Böyle olunca da sevimli oluyorlarmış. Facebook'da beğen tuşu daha işlevsel oluyor herhalde. Bilemiyorum ki!

Evliliğiniz hakkında bile bir sonuca varabilirim fotoğraflarınıza bakarak. Nasıl mı? Mesela yeni evlendiğinizde ya da evliliğinizin ilk yıllarında bir dolu fotoğrafınız varken, sonlara doğru bunlar azaldıysa, ya da eşinizle olanların sayısı düştüyse, bir şeyler ters gidiyor demektir. Çünkü fotoğraflar gerçekten de yalan söylemez. Bir dönem bir dolu fotoğrafınız varken, arada bir boşluk var ise bilirim ki bunalımdasınız. Kısa süreler içinde saçınızda ani değişiklikler olmuş ise yine bilirim ki depresyondasınız. Sizi tanımama gerek yok, son 5 yıllık fotoğraflarınıza bakarak sizi size anlatabilirim. Çünkü bende geçmişimdir o dönemlerden. O yüzden fotoğraflamayı da fotoğraflara bakmayı da çok seviyorum. Yıllar içinde nereden nereye geldiğimizin en güzel göstergesi ve belgesidir fotoğraflar.



Sürekli fotoğraf makinesi yanında gezen tiplerden de değilim ben. O kadar çok sorumluluğum var ki, makinem ile kendime ayıracak pek fazla zaman bulamıyorum. Ama özel olarak yanıma aldığım zamanlarda da elimden geldiğince gördüklerimi çekmeğe çalışıyorum. Profesyonel değilim, ama gözüm iyidir.

3 çocuk annesi olarak, tüm anne babalara tavsiyem, çocuklarınızın her anını belgeleyin. O anları geri getirmek imkansız olduğu için, her baktığınızda, neler yaşamışsınız ve neleri paylaşmışsınız, aynı duyguları yaşayın. Ben bayılıyorum mesela, çocuklarımın bebeklik fotoğraflarına bakıpta onların o masum halleriyle görmeye. Sessiz olsalar da fotoğraf kareleri, bakmayı ve yorumlamayı bilene çok şey anlatabilirler aslında... Şimdi eski fotoğraflarınız tek tek alıp elinize tekrar bakın bakalım. Geçmişte göremediğiniz neleri göreceksiniz. Aman dikkat ağlayabilirsiniz de, gülebilirsiniz de... Fotoğraf o anki ruh halinize bağlı olarak sizi ağlatabilir de güldürebilir de. Hazırlıklı olun...

12 Kasım 2011 Cumartesi

Yemenin dayanılmaz hafifiliği...

Hayır hayır, yanlış yazmadım. Milan Kundera’’nın unutulmaz  eseri, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” üzerine değil konumuz. Terasa’nın Tomas için hazırladığı muhteşem akşam yemeği sofralarının sonunda, Tomas’ı beklerken uyuya kalıp, o geldikten sonra yanına usulca sokulduğunda, saçlarının arasındaki başka kadınların apış aralarının kokusunu içine çekerek uyumak zorunda kalışından da bahsetmeyeceğim burada…

Gittikçe meraklandınız değimli? Konumuz, havada uçuşarak “Paix de deux”* yapan balet ve balerinlerin yemeğe bakış açıları, yemeği nasıl gördükleri ve nasıl yorumladıkları. Ben bu konuya nasıl geldim onu biliyorum, ama benden önce bunu merak edip inceleyen olmuş mu bundan emin değilim. Ben nasıl geldim, neden onca konu varken böyle bir şeyi merak ettim, öncelikle bu hususta sizi aydınlatayım biraz. Bir akşam, AKM’de görsel ve işitsel bir şölen izliyordum. Önemliydi benim için, çünkü hem İstanbul’da sezonun ilk bale gösterisiydi. “Tango Europa” geçen sene Ankara’da sahnelenmişti, bu sezonda da İstanbul’da turne yapıyordu. İlk sahne arasında yanımdaki arkadaşım ile eserin eleştrisini yaparken,

“Bu kadar kıvrak olabilmek ve uzun yıllar boyunca formda kalabilmek için bu insanlar ne yer ne içer” diye sordum. Yanımdaki arkadaşım bir dönem Konservatuar'da bale eğitimi almıştı. “Biz konservatuarda iken, bize hocalarımız tarafından öğütlenen, günü yarım greyfurt ve bir avuç ceviz yememizin yeterli olduğuydu" dedi. Bir an durdum, nasıl olabilir ki dedim kendi kendime, bu kadar az yiyerek enerji gerektiren bir sanat nasıl yapılır ki? Sonra konu üzerine tartışmaya başladık. Biz de bir sanat yapıyoruz, aslında yemek pişirmek de bir sanat. Eğer öyle olmasaydı Güzel Sanatlar Fakültesi’nin altında böyle bir bölüm açılmazdı. Bir tabaktaki renk uyumunu düşünerek bütün tabağı dizayn etmek, okul hayatımızın başında aldığımız temel sanat eğitimi dersinin bize kazandırdıklarının bir sonucu. Peki biz baleyi görsel bir sanat olarak görüyor ve algılıyoruz, acaba onlar bizim sergilediğimiz sanata –ya da biz sanat diyoruz ama pek çok insan gibi onlarda yemek altı üstü, pişirmenin ve tabağa koymanın ne sanatı olabilir ki diye mi düşünüyorlar- hangi gözle bakıyorlar. İşte bir sahne arasında birlikte bunları tartışırken ve konuşurken, bu konuyu ele almaya karar verdim.   Şahsen benim daha önceki yıllarda sanat ile sadece izleyici ve dinleyici olarak alakam vardı, ama arkadaşımın cephesinde durum farklıydı. O hem çok küçük yaşta başlamıştı sanat ile iç içe yaşamaya, hem de ilerleyen yaşlarında şu an yapmış olduğu yemek yeme ve pişirme uğraşısının içine bunu adapte etmişti. İlerleyen zamanlarda ben de bunu öğrenmiş ve her şekilde yemeğimi yerken ve lokmaları boğazımdan mideme doğru indirirken, farkına vararak ve bilerek yemek yemeği öğrenmiştim. Elbette, bu okulun bana kazandırdığı çok önemli bir özellikti. Her şeyin kimyasını ve tahlilini yaparak yemek yemek herkesde var olan bir alışkanlık değildi. Ben şanslıydım.  

Tekrar dönelim konumuza,  benim bir yakınım aracılığı ile –uzun süren, aslında hiç de kolay olmayan bir süreçti bu- AKM bale sanatçılarıyla bir söyleşi yapmak için girişimde bulundum. AKM’nin oda tiyatrosu tarafından girildiğinde ikinci katında, hem kulis araları, sanatçıların toplandığı, hem de sanatçı yakınlarının kabul edildiği küçük bir kafeterya var. Eskiden burada alkol servisi de mevcut idi, fakat şimdilerde  alkol değil kahve ve bilumum çeşit çay içilebilen bir yere dönüştü.

İlk etapta mesleğe yeni girmiş yaşları 16 ile 22 arasında değişenler ile sohbetime başladım. Yeni yetişmiş genç kuşak daha idealist idi. Beslenme konusunda son derece titiz bir tavır sergiliyorlardı. Gerçektende sadece onlara günlük enerji verebilecek kadarını yiyorlar, fazlasını tüketmiyorlardı. Böylece hem formda kalıyorlar, hem de sağlıklı beslenmiş oluyorlardı. K. K. ;



“Elbette zaman zaman bizde kaçamak yapıyoruz. Özellikle hafta sonları ve Pazar sabahları abarttığımız oluyor. Ama, sonrasında durumu dengeliyoruz.”

dedi. Bu kaçamaklar esnasında, nerede ve nasıl yediklerinin pek de önemi yoktu, bana söylediklerine göre… Sadece yemek yemenin ve birlikte bir şeyler yapabilmenin keyfini çıkarıyorlardı. Genellikle seçtikleri yer ise, Taksim’de Park Kafe oluyordu. Aslında farkında olmadan İstanbul’un en iyi bistro mutfaklarından birine sahip olan –bira ve patatesi dillere destandır- ve çoğunlukla da sanatçıların tercih ettiği, bizlerin çok fazla bilmediği bir mekânı seçiyorlardı.

Yaş aralığı 20’lerden 30’lara doğru geçtiğinde ise artık, ne yediklerinin önemi kalmadığını vurgulayıp, ne bulurlarsa onu yediklerini, çok da memnun olmadan ifade ediyorlardı. Özellikle prova aralarında, dışarıdan söyledikleri hamburger, döner, kokoreç v.b. şeyler ile açlıklarını bastırıyorlardı.Yemenin dayanılmaz hafifliği açıkça kendini belli ediyor ve bu hafifliğe kapılıyorlardı.

 Ö. Ç. ;

“Belli bir zaman sonra bizden önceki kuşaklar gibi mevcut olan idealistliğinizi kaybediyorsunuz. O an neyi canınız çekiyorsa ya da neyi bulabiliyorsanız onu yiyorsunuz” diye belirtti.

“Zaten yemek için daha fazla harcayacak zamanınız da olmuyor. Hepimizin buranın dışında süren bir hayatı var. Çoğumuz da bekârız, düzenli bir yaşam olmayınca, düzenli bir yemek alışkanlığı da olamıyor maalesef” diye sürdürdü konuşmasını…

30 yaşı yeni geçmiş ya da 35’lerini süren bale sanatçılarının ise kesinlikle diğer iki gruptan da farklı alışkanlıkları vardı. A. A. ;

“Kendi adıma konuştuğumda, yemek yemek de, yapmak da benim için çok büyük zevk” diyordu.

“Hem dışarıdan, hem de buradan arkadaşlarım ile  bir yerlerde yemek yiyecek isem, kesinlikle mutfağı iyi olan, nezih, keyifli, gözüme ve damağıma hitap edecek, her ikisini de doyuracak yerleri tercih etmeğe çalışıyorum.”

Seçtiği mekanlar için isim vermesini rica ettim kendisinden;

“Uluslar arası mutfaklardan hoşlanıyorum genelde. Herkes kendi zevkine göre bir şeyler bulabiliyor. Bunların başında da Loft geliyor, atmosfer, personel, şaraplar, her şey tam bir uyum içinde. Papermoon diğer bir seçeneğim oluyor. Deniz mahsulleri üzerine de Eyüp’de ki Giritli inanılmaz başarılı… Kendi evimde verdiğim yemek davetlerinde, yurt dışı turnelerimde almış olduğum ünlü şeflerin yemek kitaplarındaki tarifleri uygulamaya çalışıyorum elimden geldiğince.” diye ekliyor.

A. Ü. ise;

“Benim mutfağım oldukça büyük, tencere içinde çorbamı yaparken bir yandan kaşığı tencerede çeviriyor öte yandan da ‘fovette’* ve ‘jete’ ** yapabiliyorum. Böylece yemek benim için kendime ait figürleri sergilediğim bir mekanda bir zevk ve keyif unsuru haline dönüşüyor. Şarap konusunda oldukça iyi bir kava sahibim. Bu konuda epeyce de kitap okudum. Hangi üzüm nerede yetişir, hangi şarap nasıl tadılır, aldığım şarabı ne kadar saklayabilirim, şarap terimleri v.b. gibi pek çok şeyi edindiğim kitaplardan öğrendim.”

Bu görüşmelerin sonucunda anlıyorum ki, aslında bale sanatçıları arasında yemek yemek ve yapmak sanat olarak görülmüyor. Aksine onlar sadece yemiş olmak için ve birlikte vakit geçirebilecekleri anlarda bir yandan sohbet ederken öte yandan da önlerine ne gelirse onu silip süpürmek için yapılan bir eylem ve ihtiyaç. Yaş ilerledikçe  yemeğe bakış açısı daha bir anlam kazanıyor. Sanırız ki, hayatın anlamı bile 30’undan sonra anlaşıldığına ve sürülen yaşam bu zamandan sonra daha keyifli hale dönüştüğüne göre, yemek de onlara göre bir sanat haline dönüşüyor.

Son olarak Y. A. ;



“Aslında bizler sahnede sanatımızı sergilerken, sizler de yemek masalarımıza getirilen şahane yemekleri, aynı bizim sahne arkasında yaptığımız provalardaki gibi, defalarca deneyerek pişiriyorsunuz. O muhteşem tatları ve tabaktaki renk ahenklerini elde etmek için, aynı bizler gibi kim bilir kaç kez deniyorsunuz. Bizler ‘painte’yi*** iyi yapabilmek için ilk sahne  zamanlarımızda aylarca denemeler yapmak zorunda kalmıştık, sizlerde bu lezzetlere ulaşmak için aynı yoldan geçiyorsunuz sanırım.”

Dediğinde, aslında onların yemeğe ve mesleğimize bakış açılarına bir yön verdiğimi anlamıştım. Yaşça genç olanlar da artık ağızlarına aldıkları her lokmada biz aşçıları akıllarına getireceklerdi. Bundan hiç şüphem yoktu. Yemek yemek de yapmak da artık bir sanat olarak algılanmıştı onlar tarafından. Yemeği nasıl algıladıklarını anlamak amacıyla yazmak istediğim bu küçük makale sayesinde, onlara bunun bir sanat olduğu fikrini farkında olmadan aşılamıştım.

Son söz olarak, dünyadaki yedi sanatın üzerine artık bir sekizinci olduğunun farkına varılma zamanıdır diye düşünüyorum.

*Bir bacak yukarıda iken diğerinin hızla kalkıp inmesi ve tam bir dönüş yapma figürü.
**Tek bacakla sıçradıktan sonra diğerinin üzerine inmek (uçmak).
***Ayak parmaklarının ucunda, üzerinde dans etmek.

(Yukarıdaki yazı 2007 yılında, üniversitede aldığım bir ders için hazırlanmış bir projedir. Bazı yerleri gerçek, bazı yerleri de kurgudur)

Çocukluğumun Baharat Hikayeleri (2)


Anneannem büyüttü beni. Onun dolmasını onun köftesini, onun mantısını, onun tutmaç çorbasını yiyerek ve onun mutfağından çıkan kokuları içime çekerek büyüdüm, küçük bir oda bir salon taş bir müştemilatta...  Çok fazla baharat çeşidi bilmezdi anneannem. Bilindik çeşitleri; karabiberi, kimyonu, yenibaharı, pul biberi daha sıklıkta kullanırdı.
Anneannem ve dedem bu sefer erkek çocuk buluruz diye peş peşe 6 tane kız çocuk sahibi olmuşlar. Altıncı kız geldiğinde artık ona bakacak maddi güçleri yokmuş. Dedemin kız kardeşi ve eşi de yıllarca uğraşıp çocuk sahibi olamamışlar. Böylelikle, en küçük kız çocuk Bursa’da yaşayan  halasına evlatlık verilmiş. Yıllarca kendisini tatillerde ziyarete gelen kuzenlerinin aslında kardeşleri olduğunu bilmeden büyümüş teyzem. Çok sonraları  beş kardeşi olduğunu öğrendiğinde de uzunca bir zaman annesini ve babasını, haklı olarak, affedememiş. İstenmeyen kız evlat olduğuna mı yansın, aldatılmış ve kandırılmış olduğuna mı bilememiş. Lakin, nasıl ki et tırnaktan ayrılmaz ise öz annesini ve babasını yaşlılıklarında affetmiş ve gerçekle yüzleşmiş. Bütün hayatı boyunca, sorunlu geçirdiği genç kızlık döneminin getirdiği travma sonucu kimi zaman farkında olarak, intikam içgüdüsüyle, kimi zaman farkında olmayarak bilinçaltının ona oynadığı oyunların sonucu olarak sürekli hatalar yaptı teyzem ablalarına karşı. İçten içe onlarıda suçladı, bunca zamandır onu kendilerinden uzak tuttukları ve yıllarca kocaman bir yalana ortak oldukları için. Her seferinde affedildi. Şimdilerde ise, sorunsuz gidiyor ilişkileri. Herkes gelebilecek zararları az çok farkında ve birbirlerini incitmemek için de korunma kalkanlarını ona göre kuşanıyorlar.

Teyzemin bu zor hayatı onu diğerlerinden epey farklı yapmış. İçlerinde en çok okuyanı, en çok gezeni, en çok konuşanı ve en iyi yemek yapanı o. Anneannemin eli daha ilk mutfağa girdiği günden itibaren ona geçmiş. Bursa’ya yaz tatillerinde gittiğimde, onlarda kalırken evi aynı anneannemin evi gibi kokardı. Hiç yabancılık çekmezdim. İstanbul’u hiç aramazdım. Teyzem hiç aratmazdı beni... Bir dediğim iki olmazdı. Her gün sorardı “ne yapayım bugün sana?” diye, bende söylerdim, onu pişirir hazır eder önüme koyardı.

Benim çocukluğum ise, bütün tek çocukların hikayeleri gibi sıradan ve sıkıntılı, oldukça sorunlu  bir sürecin parçasıydı. Tek çocuktum. Aslında bu cümle pek çok şeyi açıklıyor, genel anlamda. Ama ben yine de detayları anlatayım. Üç yaşına kadar annem baktı bana. Sonrasında çalışmak zorunda olduğu için, yuvaya verildim. Yuva evimize yürüme mesafesinde, büyük bahçesi olan, o bahçede de kaydırak, tahtıravalli, salıncak barındıran tek katlı bir evden ibaretti.  O dönemde yuvaya giden bütün çocuklar, benim hissettiklerimi ya da duyduğum kokuları duyumsarlar mıydı, hatta hatırlarlar mı bilmem ama, bilinçaltıma yerleşmiş olan oldukça ağır bir yemek kokusu vardı yuvanın. Nefret ederdim o kokudan. Bu yüzdende orada çıkan hiç bir yemeği yiyemezdim. Çok lezzetsiz, tatsız tuzsuz gelirdi bana bütün yemekler. Öğretmenlerim de anneme, yemek yemediğim için beni sürekli şikayet ederdi. Çocuk olduğum için maalesef yemek yiyemememin sebebini de izah edemezdim. Çünkü, ben bile bu sonuca, yıllar sonra zaman içinde anılarıma geri yolculuk yaparken vardım. Evlenip çocuk sahibi olduğumda, kendi çocuklarımı yuvaya göndereceğim zamanlarda, istanbul’un hatırı sayılır yuvalarını, kapıdan içeri girdiğimde, aynı kokuyla karşılaştığım için geri çevirdim kendimce.

Şimdi anlatacağım sahneyi, o zamanlar dört yaşında olmama rağmen, dün gibi hatırlıyorum. Bir bahar sabahıydı. Yuvada belli belirsiz bir kahvaltı yaptıktan sonra, bahçeye çıkmıştı herkes. Benimse oynamak içimden gelmiyordu. Bahçeye açılan kapının önündeki merdivenlere oturmuş, etrafıma bakınıyordum. Anneannemde, o gün en büyük teyzemi ziyarete giderken, benim yuvamın önünden geçiyormuş. Beni merdivenlerde tek başına oturur, somurtur vaziyette görünce hemen otobüsten inmiş ve annemi arayarak, “o çocuğu hemen yuvadan alıyorsun, ve bana getiriyorsun, bundan sonra ben bakacağım” demiş. Böylece, anneannemin evindeki yaşamım başlamış oldu. Hafta içi onunla kalıyordum, hafta sonları ise annem iş dönüşü beni alıyordu. İlkokula başlayana kadar bu böyle devam edip gitti. İşte bir klasik, bilindik çalışan ebeveyn ve arada kaybolmamaya çabalayan tek çocuk hikayesi.
Yaz kış bahçede oynardım. Çok geniş bir balkonu vardı anneannemin evinin. Mutfak penceresi de doğruca balkona açılırdı. O mutfakta pişen her yemeğin kokusu tüm bahçeye yayılırdı. Ben balkonda evcilik oynarken, gelen kokudan o günün menüsünü anlardım. Özellikle köftenin kendine has bir kokusu vardı. Köfte en favori yemeğimdi, sanırım her çocuğun olduğu gibi....  O zamanlar içine neler koyardı anneannem bilmiyorum ama, annemin yaptıklarından ya da başka yerde yediklerimden çok daha farklı ve güzel olurdu. İki lokmada bitirilebilecek köfteler kızarmaya başladığında, beynimin bütün kıvrımlarındaki acıkma duyuları harekete geçer, hemen içeri girer, anneannem köfteleri kızartırken ben yanında sabırsızlık içinde, zıp zıp zıplayarak, çoğu zamanda azar işiterek, daha yeni tavadan çıkmış, ağız yakan sıcaklıktaki köfteleri ellerimle mideme indirmeye başlardım. Hafta sonları ailemin evine döndüğümde, annemde köfte yaparsa onunkileri beğenmez, eleştirirdim boyuma bile bakmadan. Şimdilerde annem de aynı anneannem gibi köfteler yapıyor. Sırrı ise yılların tecrübesi ve içine giren bol miktardaki kimyon da saklıymış. Bir de anneannem mübadele zamanından kalma bir kadın olduğu için, yokluk nedir bilir ve köftenin içine kıymasını az, ekmeğini ve soğanını çok, baharatını ise bol koyarmış. Bütün lezzetde oradan gelirmiş.

Yaz aylarına denk gelen, Ramazan aylarında, henüz daha dokuz yaşında bir çocuk iken, oruç tutmaya karar verirdim. Anneannem ise bana kıyamaz, “kızım küçüksün, sen tutma, bu kadar uzun süre aç kalmamalısın” derdi, ama ben inatçı olduğum için dinlemez, onlar ile sahura kalkar, devamında da oruç tutardım. Öğle saatleri geçtiğinde, karnım acıkır, midem kazınır,  ama  yiğitlikten asla söylemez, orucu tutmaya devam ederdim. Anneannem benim inadımı kıramayacağını bildiği için, kendince bir taktik geliştirmişti. Sabahtan akşam yemeğine diye mantı hamuru tutar, banada bol karabiber ve kırmızı biberle hazırlanmış olan içini doldurttururdu. Benim kapattıklarımı bir yandan haşlamaya başlardı. Tabiki ben dayanamaz, sarımsaklı yoğurt ile iki tabak mantıyı mideye indirirdim. Yedikten sonra da tüm saflığımla “anneanne, günah olmadı mı şimdi, orucum bozuldu?” diye sorardım. O da “ yok kızanım, çocukların orucu öğleye kadardır, sen yine sevap kazandın” diyerek beni kandırırdı. 


Babaannemin mutfağı ise daha zengindi baharat yönünden. Babaannem, ailesiyle Midilli mübadelesinden gelip Ayvalık’a yerleşmiş. Irkında olan egeli kanı mutfağına da geçmiş, muhteşem görgülü, bunun yanında dedemin zenginliğinin verdiği konforun da etkisiyle, mutfağını çok iyi idare etmiş bir kadındı. Dedemin vefatından hemen sonra İstanbul’a göç eden aile, yanında lüksü getirmese de, mutfak zenginliğini ve kültürünü getirmiş.

Baba tarafımda, her ay bütün aile bireylerinin toplandığı, ziyafet havasında geçen, muhteşem bir sofra kurulurdu. Anneannemin aksine, babaannemin mutfağında baharatın mutfağının zenginliğine katkısı yadsınamazdı. Kapıdan içeri girer girmez, zeytinyağlı dolmanın içindeki nane, tarçın, karabiber, yenibahar; soğuk köftenin içindeki keskin kimyon ve yeni kızarmış mücverin içindeki nanenin ve reyhanın buram buram kokusu, Erenköy’ün en müstesna  semtinde bir apartman dairesinde yaşayan babaannemin evinin kapısında karşılardı bizi.

Ailenin tüm çocukları, arka odada hazırlanmış bir masanın etrafında büyüklerden ayrı olarak yerlerdi yemeklerini. Ben bundan nefret ederdim. Neden büyüklerden ayrı yemek yediğimize bir türlü anlam veremezdim. Halamın kızı benden 4 yaş büyüktü. Ben dokuz yaşındayken o büyükler ile oturup yemek yemeğe başlamıştı. Bende bir an önce o sofrada yerimi almak istiyordum ki, benim için o sofrada oturmak büyümemin göstergesiydi. Bütün kuzenler –halamın kızı hariç- yaş olarak, birbirimize yakındık. Büyüklerin sofrasında yer almamız hep birlikte oldu. O sofradaki yemek ile, çocuklara verilen yemekler de farklıydı elbette. Amerikan salatası, rus salatası, bilumum ot salataları, soğuk köfte, mücver, zeytinyağlı dolma, büyüklerin sofrasını süslerdi. Bize ise istediklerimizden bir tabak hazırlanırdı. Ama bütün bunları tek bir masa üzerinde görmek, ve tüm yemeklerin kokularını birbirine karıştırarak içime çekmek çok daha keyif verirdi bana.

 
Bütün çocukluk anılarımda, annem iş kadını olduğu için, anneannemin ve babaannemin mutfağı çok önemli yer tutar. Her ikisinin de kendine has özellikleri vardı. Biri fakirlikten gelmiş, elindekilerle mutfağını zenginleştiren, öteki ise para sorunu olmamış ve bu rahatlığı, o dönemde altın değerinde olan bin bir çeşit baharatı layıkıyla kullanan, iki farklı kültürün mutfağını da gözlemleyip, her ikisinden de bir şeyler öğrenmeğe çalıştım. Başardım mı bilmiyorum ama ben de onların üzerine bir şeyler katarak  yoluma devam etmeye çalışıyorum. Benim de çocuklarım benimkilerin üzerine koyarak devam edecekler sanırım.